Yalnızlığın iki yüzü: Antoine Doinel ve Guido Anselmi

Antoine Doinel ve Guido Anselmi.
Antoine Doinel ve Guido Anselmi.

Bazı sinema karakterleri yalnızca bir hikâyeyi değil, bir dönemin ruhunu ve yönetmeninin iç dünyasını yansıtır. Mesela Antoine Doinel ve Guido Anselmi, farklı sinema evrenlerinden gelseler de birbirine çok benzeyen iki karakter. Her ikisi de anlaşılmayan, yalnız ve kırılgan insanları temsil eder. Onların hikâyesi, sinemanın kamerasından izleyiciye ulaşan o ince ama güçlü duygusal sızıntıdır. Ne tam olarak bir başkaldırı ne de teslimiyettir yaşadıkları. Daha çok içsel bir dalgalanmadır: bir arayış, bir boşluk, ya da bir ‘anlaşılamama” hali.

Hep lafı yarım kalan biri: Antoine Doinel

Antoine Doinel.
Antoine Doinel.

Antoine Doinel, Truffaut’nun 400 Darbe filminde karşımıza çıkan, henüz çocuk yaşta hayatla mücadele etmek zorunda kalan bir karakterdir. Evde, okulda, sokakta sürekli dışlanır ve kimseye derdini anlatamaz. Sevilmek, anlaşılmak ister, ama çevresindeki yetişkinler onu hep yanlış okur. Ne zaman bir şey söylemeye kalksa lafı yarım kalır, ne zaman bir hata yapsa kimse neden hata yapmasına sebep olan şeyin ne olduğunu sormaz. Dolayısıyla yetişkinlerin dünyasında Antoine’a yer yoktur. Yetişkinler onu sadece “adam edilmesi gereken” bir çocuk olarak görür ama önce bir çocuğun ruhuna eğilmenin ne demek olduğunu bilmez. Oysa filmin sonunda Antoine kameraya dönüp baktığında, yalnızca bir çocuk değil, izleyicinin içindeki kırılgan yan da o bakışta görünür hâle gelir. O bakış, sinema tarihinin en çok konuşulan anlarından biri olur; çünkü bir film karesine sığmayan bir yalnızlığı dile getirir.

Fellini’nin zihnindeki fırtına: Guido Anselmi

Guido Anselmi ise Fellini’nin filminde tanıdığımız, başarılı ama tükenmiş bir film yönetmenidir. Dışarıdan bakıldığında her şeye sahipmiş gibi görünse de Guido, iç dünyasında yorgun bir adamdır. Bir film çekmesi beklenir ondan; ama o, artık ne anlatmak istediğini bilmez. Çocukluğuna döner, kadınlara sığınır, düşlerinde dolaşır. Gerçek ile hayal iç içe geçer. Yürüdüğü koridor bir anda çocukluğunun bahçesine açılır; bir kadının gülüşü, yıllar öncesinden gelen bir ezginin yankısı gibidir. Guido’nun ne zaman gülümsese biraz hüzün, ne zaman konuşsa biraz suskunluk taşıması, karakterin derinliğini bize hissettirir. O da Antoine gibi anlaşılmak ister, ama bu arzusunu bile net bir şekilde dile getiremez; çünkü ne zaman konuşsa, söyledikleri başka bir görüntüye dönüşür; düşünceleri daima bir perdeyle örtülüdür.

Guido Anselmi.
Guido Anselmi.

Antoine çocukluğundan, Guido ise yetişkinliğinden kaçmak ister. Biri hayatı yeni öğrenmeye çalışırken, diğeri öğrendiklerini sorgular. Ama ikisi de iç dünyalarında yalnızdır. Antoine için bu yalnızlık okulda başlar; Guido için bir film setinde devam eder. İkisi de hayatın içinde bir yerlerde, görülmeden yaşayıp giderler. Truffaut’nun sade gerçekçiliği ile Fellini’nin düşsel anlatımı farklı gibi görünse de bu iki karakterin benzerliği bize sinemanın evrensel dilini hatırlatmalı. Farklı ülkeler, farklı zamanlar, farklı hikâyeler… Ama aynı yalnızlık, aynı arayış, aynı insanlık hâlleri.

Antoine’ı izlerken Truffaut’nun kendi çocukluğundan izler görürüz ya da hayattan hep bir adım geride kalmış bir çocuğun haykırışını diyelim. Guido ise Fellini’nin yaratıcılıkla hesaplaşmasının beden bulmuş halidir. Her ikisi de yönetmenlerinin alter egosu gibidir. Gerçekle kurdukları bağ, o kadar kişiseldir ki karakter ile yönetmen arasında sınır çoktan ortadan kalkmıştır. Bu yüzden Antoine’ın sessizliği Truffaut’nun sessizliğidir; Guido’nun karmaşası Fellini’nin zihnindeki fırtınadır. Dolayısıyla birbirini hiç tanımayan bu iki karakter, sinema tarihinde sanki birbirini uzaktan selamlar. Biri Paris’in arka sokaklarında koşarken, diğeri Roma’nın düşlerinde dolanır. Ama adımları aynı ritimdedir. Antoine’ın gözleriyle Guido’nun sessizliği, aynı kalp atışını taşır. Biri büyümek zorunda kalmış bir çocuk; diğeri büyümüş ama hâlâ bir yanıyla çocuk kalmış bir adamdır. Bu benzerlik, yalnız karakterlerin değil, yalnız izleyicilerin de ortak alanıdır; çünkü Antoine’ı izlerken kendi çocukluğumuzu, Guido’yu izlerken bastırdığımız düşleri hatırlarız.