Yolcusuz ve aşırı mutsuz otogar sakinlerine en içten dileklerimizle: Bir otogar yazısı

Otogarlar bütün hercümercin tam ortasında: öyle masum, öyle kederli, öyle hüzünlüdür. Otogarlar hikâyeleştirilmesi bir çırpıda ve kolayca yapılacak mekânlar değildir. Otogarların, kelimenin en gerçek anlamıyla, arada kalmışlığındandır. Trenler ve onların yuvaları garlar gibi çoktan nostaljik, hayaller ve hülyalar içinde, hikâyesi kendinden menkul veya uçak ve havaalanları gibi hikâyesi, lüksün orta sınıflara ulaşma periyodunda hızın satınalınabilirliğine eş bir gönderime sahip olmamasındadır.
I. Önce at vardı
Âlemin en kıyak ağası “Züğürt Ağa”, sabahın ilk ışıklarıyla sarhoş argın evine vardığında fena hâlde kızdığı arkadaşı Abuzer Ağa’ya şöyle seslenir: “Ey Abuzer Ağa! Sarhoşken araba seni hiç eve götürür mü; aslanım Şahin!”

Eski bir otostopçu olarak, biraz klişe de olsa, şu ifadeyi kullanmama lütfen izin verin: Önemli olan yolda olmaktır. “Yolda olmak”ın, üzerine fazlaca yüklenildiği için, oldukça yıpratılmış bir deyim olduğu doğrudur. Ama bu ağırlığı bir an için ihmal ederek tekrar etmekte fayda var galiba: Yol, iki birim arasında kat edilen mesafeden çok, hayatı nasıl kavradığımızı anlatan bir anlamı haizdir. Çünkü yol gündelik hayata, ortalama yaşayış modumuzla birlikte körleştiğimiz o akışkanlığa bir gönderimde bulunur. Dolayısıyla yolda olmanın imlediği ilk ve en hakiki unsur hayatının kendisidir. Yol, yolda olmak, yoldan önce hayata işaret eder. Peki yol, bunu nasıl yapar? Hayatın tıpkı bir yol gibi yapılandığını bize hatırlatarak. İnişler, çıkışlar, bocalamalar, düşmeler, kalkmalar, yaralanmalar, zorluklar, kaoslar, hatalar, direnmeler, güçlenmeler, başarılar vesaire vesaire… Dolayısıyla hepimizin gündelik hayat içinde ihmal ettiğimiz, yapıp etmelerimizin amaç hâline gelmesiyle unuttuğumuz çıplak hakikatimiz bir yol, daha güzel bir ifadeyle, seyir hâlinde olduğumuzdur.
Bu yüzden Züğürt Ağa, ilk başta varılacak yeri işaret ediyor olsa da (“sağ selamet eve varmak”) ağamızın asıl muradının yola, yoldaki yarenliğe olduğunu anlamak çok da zor olmasa gerek. Sarhoşluğumuzun sadece alınan bir yudum içkiyle ilgili olmadığını fark edenlerimiz bilirler ki en büyük sarhoşluk, hayatı (Varlık mı demeliydik yoksa?) yine hayatın içindeymiş sanarak ıskalamaktır. Bunu da bir klişeyi daha yardıma çağırarak, amaç fetişizmi şeklinde ifade edebiliriz sanırım. Hani, şu asıl olanın sefer hâli olduğunu unutma hâlimizden bahsediyorum kısacası.
Hayatın sarhoş edici hâliyle birlikte yolda olduğumuzu unutan biz faniler için bu yüzden anlamlıdır yol, daha doğrusu yolda olmak. Atsız, fazlasıyla amaçlı, sanki varılacak bir yer varmış gibi yapan bizler için evet, yola çıkmak iyidir.


II. Ulaşım versus seyahat
Bununla birlikte yolda veya seyir hâlinde olmamızı engelleyen temel unsuru aklımızda sıkı sıkı tutmamız gerek: amacın bizatihi bir yere ulaşmak olması. Daha doğru bir ifadeyle, hayatı bir seyir olarak yaşayamayan biz faniler söz konusu olduğunda hayatın mezkûr yorgunluğundan uzaklaşmak maksadıyla çıktığımız bir nefeslik sıhhat olan yolu da baştan yaralayan bir tavırdır yolu sadece bir ulaşıma indirgemek. Buysa bizi, tahmin edeceğiniz üzere, ulaşımla seyahat arasındaki farka getiriyor.
Ulaşımın temel formülü şudur: Bir yere olabilecek en uygun, hızlı ve en az maliyetle varmak. Ulaşımda adından da anlaşılacağı üzere önemli olan gidilecek yerdir. Gidilecek yer hem hareket edilen başlangıçtan hem de arada kat edilen mesafenin ne olduğundan ama en önemlisi bunun hangi hâl içinde yapılacağından daha önemlidir. Ulaşım bir yorgunluk, bir meşakkat, bir bıkkınlık kipidir. Hafızasızdır ulaşım; varılacak yer söz konusu olduğunda her şey mübah, yani unutulabilirdir. “Yolda olan, yolda kalır.” dizgesi burada, ulaşım için şu hâle bürünür: “Hele bir varalım da oraya, bir yalan (hikâye) anlatırız, olur biter.”

Seyahatse daha yayvan, geçirgen, mesafenin tümden önemsiz olmasa da silikleştiği bir düzleme gönderme yapar. Ulaşımda, bir reklam repliğini yardıma çağırarak söyleyecek olursak, “Teknolojiyle insan bir araya geldiğinde neler mümkün, bunu çok iyi biliyoruz!” diyerek günün sonunda en önemli olanın hız olduğunu kulağımıza fısıldar. Dolayısıyla hız bir cennet simülasyonu oluşturarak hızı dejenere eder, onu bağlamında kopartarak büyük harfle (“Hız”) yazar. Bu odağa alış ve iş birliği, hızı başka bir yük ve anlamla işaretleyerek, hızı hem gerçeklikten kopartır hem de onu putlaştırır. “Put teorisi”ni hatırlayalım: Nesneler, insan bilincinin dışında bir değere sahiptirler. Değer ve nesneler arasında, insandan bağımsız olarak işleyen süreçtir putperestlik. Putperestlik, fenomenleri temsil edilemeyen ve insandan bağımsız bir “değer” olarak görmenin diğer adıdır. Putperest nesnelere kendinden (hem insandan bağımsızlık anlamında hem bizatihi nesnelerde varsaydığı) bir değer atfedendir. Putperest nesnelere kendinden bir değer atfeder ve sonra bu varsaydığı “kıymet”in peşinden koşarken hem aradığı nesneyi hem de kendini kaybeder. Putperest tam olarak nesnede kaybolup onu göremeyendir:
“Susmak bilmiyordu tepemizde ses, saklı ve açık:
Tamamla çabuk! Çabuk bitir! Hadisene!”

Ulaşımın hayatı ve insanı indirgeyici tavrının hilafına seyahat yavaşlığı, seyir hâlinde olmayı salık verir. Evet, burada hem başlangıç (Kimsin sen?) hem de son (Hemşerim, yolculuk nere?) önemlidir; ama bu iki yer bir dolulukla değil içi boş bir göndermeyle işaretlenir yol söz konusu olduğunda. Neden? Çünkü bu iki kutuptan birisine abanıldığı zaman bütün düzenek çöker, manasızlaşır, hikâyenin bir anlamı kalmaz.
İşte, bizim asıl konumuz olan otogarlar tam da ulaşım ve seyahat ayrımındaki o ikircikli yerde durmaktadır ilginç bir şekilde.
III. Otogarlara giriş: Nostaljiyle hız arasında kalmak
Önce otogarın ne olmadığıyla başlayalım. Trenler veya garlar, çoktan birer nostaljik gönderime sahiptir çoğumuz için. Gar-tren ikilisi söz konusu olduğunda çoktan her şey fazlasıyla güzellenebilirdir. Daha doğru bir ifadeyle tren-gar birlikteliği anlatabilir bir hikâye vaad ediyordur herkes için. “Citta slow” gibidir trenler. Bunca hız fetişizmi arasında, dışarda hiçbir şey bırakmak istemeyen piyasa kurnazlığı, yavaşlığın hikâyesini de kimseye yedirmemekte kararlıdır: Karlı dağlar arasında, kara trenin sıcaklığında her şeyi arkanızda bırakarak bizimle yola çıkmak istemez misiniz?

Peki ya o uzakları yakın, mesafeleri alt üste eden uçaklar, o uçaklara binmez için havası alınmış yok bölgeler, havaalanları? Hikâyenin diğer bir ucunda bir tayy-i mekân simülasyonu olan uçaklar ve onların insanı gerçeklikten koparan mekânları vardır. Bakmayın siz onların reklam veya indirim yaparak müşteri çekme denemelerine. Sınıflı toplumların sınıfsızmış gibi aktarıldığı, aradaki farkların sanki yokmuş gibi kıvırtıldığı, orta sınıfların aşağıdan kurtulurken “Biraz rahata varmak bizim de hakkımız ayol!” diyerek mümkün olsa işemeye bile onunla gideceği uçaklarımıza ne kadar şükretsek azdır. Burada trenin yavaşlığının aksine hızadır bütün yatırım. Bu ulaşım tipinde artık mesafe öylesine hızlı kat ediliyordur ki oturduğunuz koltuktan bırakın bir şehri veya ülkeyi, kocaman bir okyanus bile adının yazıldığı harflerin söylenişindeki hız kadar bir anlama sahiptir. Uçakların hikâyesi, hızın satın alınabilirliğine paralel olarak, içi boşaltılmış alakart zenginlik objesine dönüştürülür. Lüks, bir uçuş ve onu mümkün kılan yerden bağımsız yer hizmetleriyle bile mesafeyi alt eder, mesafe yok olur, yukarıdan bakılınca her şey giderek küçülür, küçülür, küçülür: Şimdi bilmem ne nehrini geçiyoruzdur, sayın yolcuların 10876 fit yukarıda olduğumuzu unutmamaları en büyük temennimizdir, o hâlde iced lattenizi nasıl alırdınız acaba? Hızın bir tapınç nesnesine dönüştüğü yersizlikte, yavaşlamak için hacca veya umreye gitmek, bir ahir zaman alametidir. Havaalanları hızın önce gökleri ardından da mesafeyi alt etmesi için içine girerek yeni elbiselerimizi giymemiz gereken bir kabin gibidir.
IV. Bir utanç hikâyesinin en zayıf halkası

İşte otogarlar bütün bu hercümercin tam ortasında: öyle masum, öyle kederli, öyle hüzünlüdür. Otogarlar hikâyeleştirilmesi bir çırpıda ve kolayca yapılacak mekânlar değildir. Bunu sebebi ise hiç şüphesiz yukarıda zikredilen iki ulaşım şekli söz konusu olduğunda otogarların, kelimenin en gerçek anlamıyla, arada kalmışlığındandır. Başka bir ifadeyle, trenler ve onların yuvaları garlar gibi çoktan nostaljik, hayaller ve hülyalar içinde, hikâyesi kendinden menkul veya uçak ve havaalanları gibi hikâyesi, lüksün orta sınıflara ulaşma periyodunda hızın satınalınabilirliğine eş bir gönderime sahip olmamasındadır. Ama daha önemlisi otogarlar yolun iptal edilip çoktan tüketildiği bir zeminde ne Hanya’ya ne Konya’ya yaranabilmiş olduğu için arada kalmıştır.
Aslında otogarlar yolu veyahut seferi tüketmek için çıkılan yolda başlangıçta fazlasıyla başarılı olmuştur. O kadar ki otogar demek, sıkıldığınız ya da bırakmak için yola çıktığınız mekândan, gidilecek yer neresiyse oraya doğru “hızlıca” varılması gereken yer için sizi akredite eden yerin adıdır. Ama yine tam da bu yüzden, yani ayrıldığınız yerin üzerine bastığınız ve varılacak yerin de üzerini hızla çizdiğiniz için hikâyeleştirilmesi zordur otogarın. Ulaşımla seyahat arasındaki farkta o; ulaşımın çıplak, savunmasız ve en önde giden ilk savaşçısıdır. Bir otogar, seyretmenin iptal olup (Lütfen beni hızlıca varacağım yere ulaştır doktor) varılacak yerin her yeri çoktan kapladığı sürecin en yok nesnesidir. Neden yok? Çünkü otogar yolun yani, sürecin değil de amacın, her şeyin onun için mübah olduğu hâl için, boş jestle hızlıca aşılması gereken bir görünümüdür. Otogar otobüslere binilerek, şehrin ortalama hergünkülüğünden çıkıp köyümüze, tatilimize veya cenazemize varmak için gitmek zorunda kaldığımız ve bir an önce de bitmesini beklediğimiz, yolu unutarak sürece ıskaladığımız mekaniğin bir parçasıdır. Adını koyalım: Burada hem yol hem yolda olmak, bir utanç nesnesine dönüşmüştür. İşte otogar bütün düzeneğin, bu utancın en alegorik ve zayıf parçasıdır.
Ama yolu yani seyir hâlinde olmayı iptal etme hâli olan otogar mekaniği içinde hiç beklemediğimiz bir şey olur. Her ne kadar ulaşımın seyahati alt ettiği, yolun unutulduğu bir anlama sahip olsa da otogarlar ne nostaljik bir anlam ne de lüksün ilk basamağında kendine bir yer bulamaz. Böylece otogar, ulaşımın bir aracına dönüşürken yine de gözden düşen, ihmal edilebilir, eskimiş, kirli bir yer olarak işaretlenmekten kurtulamaz. Ve günün sonunda ulaşımın istenmeyen utanılan bir nesnesi veya meselesi olarak yazılıverirler. Bir büyük boşluk olarak otogarlar, ulaşımın hem en zor hem en karmaşık hem en az düzenli hem en az temiz, dahası hem en az güvenilir hem en az sevilen yeri olarak envantere kaydı düşülür.

V. Her daim bayat poğaçanın hüznüne dair
Bütün bu negatif tonla işaretlenmeler, otogarı tersten kuşatır, onu yalnızlaştırır, içi boş bir yer olmaktan çıkartarak ağır da olsa bir hikâyeyle buluşturur. Herhangi bir otogar büfesindeki her daim bayat olan poğaçanın “hüznü”, bir hikâye olarak böylesi bir zeminde mümkün olur. Otogar sakil modernliğimizin tipik kadüklüğünün yaralı bir göstergesidir.
Otogarın hikâyesi, tren ve uçaktan farklı olarak, şehir içi ortalama yol alma formu olan karayolunun bir devamı olmasından dolayı bir bıkkınlık hâli içinde alımlanır. Otogar insanlar için, en azından başlangıç anında yani, yolda olmanın unutularak ve ulaşımın, form olarak bir farklılaşma olmadan yeniden üretildiği bir boş jesttir. Başka bir ifadeyle, otogar şehrin yol-suz-lu-ğu-nun, “trafik”ten yorulan halkımızın şehrin dışına kaçışına yardım ve yataklık eden bir geçiş mekanıdır. Otogar bu hikâyenin hem utanılan hem zorunlu hem tanıdık hem de başka bir seviye için geçiş izni gibidir.

Otogar, yine başlangıç anındayız, bir sevgi mekânı olmaktan çok bir nefret, sıkılma, yorgunluk yeridir. Otogarın sakinleri, şehir için hareket formu olan yolu, yolda olmaktan uzaklaştıran bizler için ortaklaşılan ama kimsenin açıktan söylemeye cesaret edemediği soru şudur: Yine mi yol, hani şu sadece varmak zorunda kaldığımız yerle çoktan bir seyir olmaktan çıkarttığımız? Bir “fark” olmaksızın geçiş yapılan bir sürecin hâl değiştirme yeridir bu garip yer ve böyle olunca da insanların bu süreçte hâl olarak içinde taşıdığı bütün soğukluk oraya sinmiş gibidir, en çok da her daim bayat olan o poğaçaya.
Muhabbet dolu bir seyahatin habercisi sıfatıyla orada bulunmaktan çok adında turizmin dışı seni içi beni yakan “tur” firmaları, bir avına yönelen bir avcı gibi algılanan otobüs firmalarının temsilcileri, vaktinde kalkmayan seferler, her daim yorgun şoförler, daha iyi bir iş bulamadığı için orada olan yeni yetme muavinler ve ellerindeki topkekler ve vişnesi kendinden menkul meyve suları; bakımsız, ama daha önemlisi, insansız ve kimsesiz garajlar; Mustafa Kutlu’nun Bu Böyledir’indeki içinden çıkmanın imkansızlaştığı lunapark gibi çoktan unutulan alt katlar, hurdalıklar, kayıplar.
O, bir uzay mekiği gibi tepeden inerek bulunduğu mahalli mekânsızlaştırmak üzere oraya konumlandırılmış gibidir. Mimari fetişizmine kapılmaksızın ama öte yandan yaşamanın basit, helal ve asgari bir formülü olarak mekânı düşünebilmeyi ihmal etmeden bakıldığında mekânın ruhuna tecavüz etmek için inşa edildiğini söylemek de otogar hakaret olarak algılanmasa gerek. Durumu daha özelleştirip o büyük şiiri özgeleyerek söyleyelim bundan sonraki cümlelerimizi: “Bir sengine yekpare Acem mülkü feda” olan bu “şehr-i Sitanbul’un modernleşme tarihi içinde giderek tükenen halinin tipik özeti gibidir otogar. Bir küfür gibi bulunduğu mekânsızlığa kondurulan Otogar Cumhuriyet Camii, otogarın yerellik ve milliliğimizin de kısa ama hüzünlü bir özeti; şehrin, alt alta toplandığı hâlidir. Hülasa-yı kelam, bir memleket alegorisidir şu bizim büyüüük otogarımız.

VI. Kaçma benden; hayatınım senin!
Ama öte yandan bütün bunlar otogarı, garip bir şekilde, seyahatin hilafına ulaşımın bir taşıyıcısı olarak başladığı zeminde onu hikâye sahibi bir mekân hâline getirir. Günün sonunda; tren raylarının nostaljisinden uzak, uçağın sınıfsal farkları ortadan kaldırıyormuş gibi yapan kurnazlığından azade sahici bir hikâyeye sahip yegâne mahal olarak ortaya çıkar otogar: Otogar için modernliğin bu memleketteki sakilsizliğinin izlerini takip ederek bulacağımız bir hayat vardır. Özel aracımızla yolda olsak ve orada yaşananları unutmaya da çalışsak havaalanlarının bizi “sanki” bu dünyanın dışına çıkarılıyoruz hissini iliklerimize kadar hissedip ayaklarımızın yerden kesilmesiyle fena halde büyülensek ya da bir garın geçmişten gelen ve ihtişamlı atmosferiyle birlikte bindiğimiz trenin bir sevdalısı da olsak kaçamayacağımız gerçeğimizdir otogar.

Otogar iki uç ulaşım modu olan tren ve uçağın, yetmezmiş gibi ortalama gündelik yer değiştirme zeminimiz olan “karayolu”nun bir devamı olması yani hiçbir fark olmaksızın yer değiştirmemizin üzerinde yarattığı baskıyı sahip olduğu negatif güçlerle kırar, bir hikâyenin taşıyıcısı olur. Otogar, yolda olmanın, seyir hâlinde izleri takip etmenin mümkün olmadığını bize gösterdiği için kıymetlidir artık. Başka bir ifadeyle otogar yolda olmayı, seyretmeyi, amacın tek geçer akçe olmasını değil de bütün bunların yapılamadığını bizlere sakil yapısı, olmayışlılığı, istenmeyişi, mutsuzluğu, viraneliği, kısacası yorgunluğuyla gösterir, işaretler, hatırlatır. Otogar, şu hayatta neyden kaçıyorsak onun gelip bizi bulduğu yerdir. Yaşadığımız hayattır otogar, gerçeğimizdir, unutmak hissettiğimiz hikâyemizdir.
Yolcusuz ve aşırı mutsuz otogar sakinlerine en içten dileklerimizle: iyi yolculuklar…