Yol mekân ve arayışın poetikası

İsmet Özel, 2018 yılında olacak, “Vapurda Çay Simit Sohbeti” temasıyla, bir vapurun içerisinde gerçekleşen programda; Üsküdar’ın değişen uzak mekân algısını, “atı alan Üsküdar’ı geçer” sözünün artık bağlamını yitirerek Üsküdar’ın toplu taşımalar ve yeni ulaşım biçimleriyle yakınlaştırıldığını anlatıyordu. Özel programda vapur içerisinde seyahat ederken “1964’te İstanbul’a geldiğimde hiçbir vapur seferi yoktu ki yunuslar tarafından vapurlar takip edilmesin. Fenerburnu’nda rahatlıkla yunusları görürdüm…” diye ekliyor ve şairi dinlerken ekran karşısında olsanız da mekânın deniz, seyir, düşünce etkisine kapılıyorsunuz.
- “Yer olmadan düşünce olmaz.”
- Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası
- “Hiçbir yerin vatandaşıyım ben. Ne burada ne orada. Ama yine de bir yerim var: yersizlik.”
- Edward Said, Yersiz Yurtsuz
- “Bütün hikayeler bir yolculukla başlar”
- Ian Dallas, Gariplerin Kitabı

Mekân kurgusu olmadan insan zihninde somutlaşan yersizlik algısı nedir? Mekânın edebiyattaki temsili nasıl seyir etmiştir? Kurmacanın insan varoluşunda bir sarmala dönüşen yol metaforu hakkında takındığı tavır, mekânın durakları olan istasyonlar, limanlar, havaalanlarında mekânı özne ya da öznenin kendisine dönüştürmüş müdür? Üsküdar vapurunda sohbet boyunca yersizliğimizden bahseden İsmet Özel değişen mekân kurgusuna rağmen hepimiz gibi vapurda olmaya devam eder. Bu bize ne anlatır?
Modern edebiyat kavrayışına mekânı ve yolu dahil ederken arayış öyküleri mekânı nasıl açımlamıştır? Edward Said’in “yersiz yurtsuz” kavramı, göçmenlik, sürgün ve içsel bir yolculuğun karşılığını anlamak için önemli bir kavramsal zemin sunuyor. İçsel yolculuğu özellikle ihtida eden yazarların “batılı” metinlerinde deneyimliyoruz. Mesela Ian Dallas’ın Gariplerin Kitabı’nda yolculuk, mekân üzerinde seyir ederken sadece fiziksel yolculukları değil, aynı zamanda karakterin ruhsal ve entelektüel yolculuğunu da anlatan Dallas’ta yolculuk, modern hayatın karmaşasından kaçış, kendini bulma ve anlam arayışı şeklinde ortaya çıkıyor. Yolun Batı düşüncesinden doğuya, mistisizme ve farklı bir hayata geçişin metaforunu Beat kuşağının mistik serüvenlerini de düşünerek okuyabiliriz.
Edebiyatın yolculuk durakları

Türk Edebiyatında yolculuk ve mekân temaları fiziksel ulaşım aracı olmanın yanı sıra kahramanın bireysel ve toplumsal yolculuğuna da eşlik ediyor. Otogarlar, tren istasyonları, havalimanı ve iskeleler; hafıza, kimlik ve aidiyet gibi kavramlarla harmanlanarak kurgulanırken okuyucu da zaman ve mekâna bağlı müşterek bir deneyim, ortak bir hafıza canlanıyor. Kurmacada mekân, yalnızca bir harita değil, zamanla iç içe geçmiş varoluşsal bir çelişkidir. Edebiyat, bu çelişkiyle mekânı anlamından koparırken yolculuğu yurt ya da bir sürgün hâline getirir. Peki insanın anlam dünyasını bir çelişkiler yumağıyla tiftiklemek yolcuya ne katar? İki farklı perspektif, mekânın hem maddi hem manevi yerini ve yolculuğunu farklı açılardan görmemize sağlıyor. Edebiyatta çoğunluk trajik ve bireysel bir çıkışsızlık varken; arayış metinlerinde toplumsal sınırların ötesinde, ruha ait bir özgürleşme ve yükseliş öne çıkar.
Gaston Bachelard, “ev”i şiirin temel mekânı olarak okurken, tren istasyonları, limanlar, havaalanları gibi geçiş mekânları bu poetik haritanın kıyılarında kendine yer açıyor. Fakat acaba kurmacanın mekân çelişkisinden bir hakikat doğuyor mı?

Geçiş mekânlarında edebiyatın kaosu

Modern Türk şiirinde tren, vapur sık kullanılan bir imge ve metafordur. İsmet Özel, "Kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok/altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde" der. Süleyman Çobanoğlu’nun; “Gelse de trenden ikimiz insek/ camları buğulu iki tas çorba” mısraı çoğu insanın ezberindedir. Melih Cevdet Anday; “Eskisi gibi yaşıyorum/Gezerek, düşünerek/Yalnız biletsiz biniyorum vapura, trene”, Lale Müldür’ün, “karanlığın içinden geçen bir tren, tek boynuzlu bir at içinde öylesine geçip gitti işte gizem bize değmeden.” imgesiyle, Turgut Uyar, “Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,/Uykudan uyandırsam seni:/Ki, sisler daha kalkmamıştır Haliç ten./Vapur düdükleri ötmektedir.” Mısralarıyla mekânı şiire dahil etmişlerdir. Bachmann’ın şiirlerinde tren, intihar ve kadınlık teması iç içedir. Tıpkı Tolstoy romanı gibi.
Türk Edebiyatında mekân olarak yol
Orhan Kemal’in “İki Buçuk” isimli dolmuşta geçen bir hikâyesinde, Cağaloğlu’na gitmek için dolmuşa binen anlatıcı elli kuruşluk yol ücretini iki buçuk lira vererek ödemek ister. Ancak şoförün dalgınlığına gelip, başka yolcular da dolmuşa binince yolcunun para üstü kalır. Yol boyunca parasının üstünü almak için yanındaki yolcuyla, şoförle içinden kavga eden kahraman tam para üstünü alamadan ineceğini düşünürken durakta şoför para üstünü verir.
Yine Orhan Kemal’in “Biletsiz” hikâyesinde kravatlı ve kravatsız insanlar arasında otobüste çıkan tartışma anlatılır. Otobüse biletsiz binmeyi hayat felsefesi hâline getirmiş Sabahattin adlı bir dolandırıcı yüzünden tartışma çıkar. Bu adam Kumkapı, Yenikapı, Samatya kahvelerinde palavracılığıyla tanınır, her iddiada mutlaka üste çıkar. Şimdiye kadar bilet aldığı görülmemekle birlikte adamın tavrını fark ederler, üzerine gidince de otobüsteki kravatlı ve kravatsız insanlar arasında tartışma çıkar. Tartışma sonuçlanmaz, karakola gidilir. Hikâye bu şekilde devam ederken yolculuğun değiştiği, biletlerin otomatik kontrollü olduğu sistemde bilet için otobüsü karakola çekmek nostaljik kalıyor.


Leyla Erbil’in “Vapur” öyküsünde “vapurun iskeleden kalktığını kimse görmedi”, “İşte şu gün bile kıyılar zenginlerin malıdır, bu insanlar insan değil de vapur sanki” gibi güçlü ifadelerle bilinç akışı tekniği kullanarak birinci tekil şahıs anlatıcının okurda oluşturduğu temkinli güvenlik hissi vapur yolculuğunun sallanmalarıyla birleşir ve okuyucu kendi kıyılarını ve sularını düşünür. Vapur bizizdir gerçekten de.

Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken kitabında yer alan Atay’ın 1977 yılında kaleme aldığı “Demiryolu Hikâyecileri” savaş yılları esnasında bir istasyonda sanatlarını icra eden üç hikâyecinin yaşadıkları zorlu durumu anlatır. Hikâyeciler vakitlerini, istasyonda hikâye yazarak ve tren vagonlarındaki müşterilere bu hikâyeleri satarak geçirirler. Üç hikâyeci de tren istasyonunda birer kulübede kalarak yazdıklarını istasyon şefinin daktilosunda kopya ederler istasyon memurları gibi mekânda yerleşiktirler. Hikayelerle yolcular arasındaki iletişimsizlik trenle, bireyler arası kopukluğun ve iletişimsizliğin alegorisi hâline gelir. Mesela bugün Marmaray’da yolculuk deneyimini her gün yaşayan insanın yalnızlığının perçinleşmesi şaşırtıcı mıdır? Yolculukların mekânların gündelik hayata değdiği, mesafeleri Üsküdar gibi yakın kıldığı bu zamanda yolculara kattığı deneyimden bahsedilebilir mi?
Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde tren yolculukları özellikle Doğu-Batı, geçmiş-gelecek ikiliği üzerinden metaforik anlamlar taşır. Oğuz Atay’daki Selim Işık’ın içsel yolculuğu ile Turgut Özben’in onu arayışı tren hatları üzerinden paralel ilerleyen Tutunamayanlar’da tren metaforu ilginçtir. Yusuf Atılgan’ın Zebercet’i tren garındaki bekleyişi, trenin gelmemesi romanın psikolojik ve varoluşsal atmosferini oluşturur. Kemal Tahir ise Yorgun Savaşçı’da Kurtuluş Savaşı yıllarını konu aldığı romanda tren, Anadolu’nun çeşitli yerleri arasında geçen yolculukların ve savaşın bir unsuru olur. Kara Kitap’ta Pamuk Galip’in İstanbul içindeki yolculuklarında treni öne çıkararak şehrin değişimini görmemizi sağlar. Ayfer Tunç’un Kapak Kızı, modern insanın kimlik yitimiyle birleşen tren yolculuğunu anlatır. Orhan
Beat’tan başlayarak Geçiş Mekânlarının Edebiyatı
Hikayeyi yol boyunca tuvalet rulosuna, peçeteye yazan, Jack Kerouac’ın Yolda romanı ve Allen Ginsberg'in Howl şiiri, Beat kuşağının yolculukla kurduğu mistik ilişkiyi ortaya koyar, içimizdeki yol tutkusunu açar. Bir dönem elimizden düşürmediğimiz, Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Amerikalı felsefeci Robert M. Pirsig'in 1974 yılında yayımlanmış kitabı ABD'nin bir ucundan diğerine yapılan on yedi günlük bir yolculuğu anlatıyor ve bu yolculuk esnasında çeşitli karakterlerle yapılan konuşmalar yol etrafında şekilleniyor. Mekânın otoyollar, serbest arayış ve özgürlük hissi kurmaca ve okuyucunun zihinsel evreninde iç içedir bu romanlarda.
Tolstoy ve kadın intiharları: toplumsal eleştiri ve ruhsal derinlik

Tolstoy’da ise kadın intiharları farklı bir ruhsal ve ahlaki çerçevede ele alınır. Tolstoy, özellikle Anna Karenina (1877)’da kadınların toplumsal baskılar ve ahlaki ikilemler karşısındaki çaresizliklerini derinlemesine işler. Anna’nın trene atlayarak intiharı, demiryolu imgesinin en güçlü ve simgesel kullanımlarından birini oluştururken kadınların özgürlüğü yolculuk temasıyla ele almış olması, bir dönem bisiklet üzerinde poz veren Fransız kadınları ve Fatma Aliye’yi hatırlatır. Yol neden insanda özgürlük hissi uyandırır?Tolstoy’un başarısı, Anna’nın trajedisini sadece bireysel karar ve son değil, aynı zamanda Rus aristokrasisinin ahlaki ve sosyal çöküşünün sonucu olarak sunmasında yatarken trenin içimizde açtığı durakları ve modernleşmenin “demir ağlarla örülmesi” geliyor aklımızda. Kadınlar ve trenler modern toplumlarda yenileşme çabasına daima birlikte yer ediniyor. Tolstoy’da birlikte de ölüyor işte.
Yol ve arayışın mekânı
Belki de bir yersizlik olarak mekânın dışına taşan yolculuklar için ihtida hikâyelerine bakabiliriz. Tasavvufta yolculuk salt dış yolculuktan ziyade içsel bir seyirdir. Ama bu seyir, çoğu zaman bir dış yolculukla tetiklenir. Michael Sugich’in, Ve Allah Kalpleri Döndürür kitabında anlatılanlar da bu anlamda Batılı bir sûfinin iç arayışla çıktığı yolda, Fas ve Afganistan gibi coğrafyalarda bulduğu manevi mekânların içselliğiyle ilintilidir. Yolcular sıradan yolcululuğun değil bir anlamın, bir kılavuzun, bir teslimiyetin peşindedirler. Odakları kurmaca metinler gibi kendileri de değil aynı zamanda. Çok enteresan mekân kişinin algısından hem kopar hem de kendine şiddetli bir çekim sağlar. Sugich’in ifadesiyle:
“Allah kalpleri dilediği gibi döndürür, ama çoğu zaman o dönüş, bir şehir kapısından girerken başlar.” Fas’ın Fez şehrinde, Afganistan’da bir dağ köyünde geçen dönüşüm hikâyeleri, mekânın kutsalla kurduğu ilişkiyi gösterir. Yol, burada hem bir çile hem bir açılmadır. İbn Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyyesi, yolculuğun “mekânsal olmayan mekânlarda” da sürebileceğini, her mekânın kendi dilini taşıdığını söyler. Yolculuk bir anlamda arafta olmaktır: Ne burası ne orası, ama her ikisi de.

Ian Dallas’ın Gariplerin Kitabı, sufilerin modern dünyada mekânla kurduğu kopuk ama derin ilişkiyi tasavvuf ve Batı felsefesi arasında bağlar kurarak, insanın içsel dönüşümünü ve varlıkla olan ilişkisini anlamaya çalışır. Kitapta “yol” ve “mekân”, fiziksel dünyadan çok, düşünsel ve ruhsal bir alanı ifade eder. “Yolculuk, varlıkla kurduğumuz ilişkilerin en keskin ve en derin yeridir. Biz bir yolda yürürken, bir yönüyle de bu yol, bizden önce var olan bir izdir.”
Mekânsızlık mı, mekânla arayış mı?

Türk Edebiyatı ve dünya edebiyatından kurmaca örnekleri,Beat kuşağının yollara düşen şairleri (Jack Kerouac, Allen Ginsberg), Hindistan’a otostopla ulaşan batılı mistikler, Che’nin Motorsiklet Günlüğü, Robert Pirsig’in Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı… Tüm yolculuklar bir şey anlatmak istiyor.Modern edebiyatta yol, çoğu zaman eve dönüş değil. Mekân ayrışmak, ayrılık, yalnızlık, içsel buhran ve ruhi çalkantının imgesine dönüşerek yersiz yurtsuzlaşıyor ya da çelişik bir kimliğe bürünüyor. Yolda ulaşımın mekânları Bachelard’ın geçiş mekânlarına dönüşüyor, yolculuk eve değil aksine bir “hiçlik”e doğru gidiyor. Ama bu hiçlik, çıkışsızdır. Yol ve yolculuk temasında metafordan, mekândan sıyrılabilen tasavvufi anlayış mekânları önemsizleştirerek başka açıdan yolculuğa bambaşka bir durak eklerken mekânı eve dönüştürüyor.