“Yer olmayan”ı yer kılmak

“Yer olmayan”ı yer kılmak
“Yer olmayan”ı yer kılmak

Marc Auge’ye göre modernliğin aldığı aşırı biçimin alameti farikalarından biri “yer olmayan yerler”in hayatımızda artıp yaygınlaşmasıdır. İçinde ilginç bir şey yaşamaya, duruma göre kuralları ihlal etmeye, bir yaratıcılık serdetmeye, duyguların coşmasına yer olmayan anonim ve geçici yerlerdir buralar. Zincir oteller, otoyollar, alışveriş merkezleri (AVM) “aşırı modernliğin” mekândaki tezahürleridir ve bu mekânlarda kimlik, aidiyet, hatıra, ilişki ilh. üretilemez. Aceleyle işe yetişmeye çalışırken aksi yöndeki yürüyen merdivende kırk yıldır görmediğimiz, kırk yıllık ahbabımızı bile görsek, bunun bir anlamı olmayacaktır. Durup ayak üstü dahi konuşmamız zordur. Yolda pek bir şey yaşamayız, üstelik pek bir şey yaşamayı da beklemeyiz. Bu yerler başlarda, henüz azınlıkken kendilerini gri renkleri, beton gövdeleriyle, etrafındaki geniş otopark ve park halkalarıyla kent mekânından ayırır. Yapay ışıklandırmayla da günden, güneşten, zamandan kopar. Kumarhane ve AVM’lerde zamandan kopuş; sonsuzca, kesintisiz olarak alışveriş yapabilmek, kumar oynayabilmekle ilgilidir. Fakat zamanla tecrübe kazanmaya elverişli, insanlarla duygusal ilişkiler kurmaya elverişli olmayan bu mekânlar giderek artar. Hayatımızı geçirdiğimiz bütün mekânlar, içinden teğet geçtiğimiz “yer olmayan” mekânlara döndüğünde, yersiz yurtsuz kalmış oluruz. Tıpkı Cortázar’ın “Ele Geçirilen Ev” hikayesinin son sahnesindeki gibi.

Havalimanları “yer olmayan”ların hayatımızdaki temel örneklerinden biridir. Havaalanına giderken bir tedirginlik duyarız. İçeriye su sokamamak bile adeta sembolik bir tecrittir. Üst aramasında kemer çıkarmak, yüzük türü metallerle ilgili tereddüt yaşamak… Belki de bunlar havayolunu çok kullanmayanların yaşadığı duygulardır. Yine de üzerimizdeki sert cisimlerden arınmak, telefon anahtar cüzdan üçlüsünden bir dakikalığına da olsa kopmak bir korunaksızlık, ihram/kefen duygusu verir. Askerlik işlemleriyle ilgili askerlik şubeye gidenler de belki benzer bir ayrılışı hatırlayacaklardır. Bu tür deneyimler normal hayatımızdan koparır ve bize özel hisler yaşatır.

Hayatımızı geçirdiğimiz bütün mekânlar, içinden teğet geçtiğimiz “yer olmayan” mekânlara döndüğünde, yersiz yurtsuz kalmış oluruz. Tıpkı Cortázar’ın “Ele Geçirilen Ev” hikâyesinin son sahnesindeki gibi.
Hayatımızı geçirdiğimiz bütün mekânlar, içinden teğet geçtiğimiz “yer olmayan” mekânlara döndüğünde, yersiz yurtsuz kalmış oluruz. Tıpkı Cortázar’ın “Ele Geçirilen Ev” hikâyesinin son sahnesindeki gibi.

Havaalanı hem hayatımızda bu kadar özel bir yeri olup hem de aynı anda bu kadar genel bir mekân olmayı nasıl başarır? Havaalanlarında bizi genelde büyük ekranlarda kargacık burgacık yazılar ve bol miktarda tabela karşılar. Kısaltmalar, harfler, sayılar vardır ama kelimeye pek rastlamayız. (Tabelalarda en fazla, tuvalet, çıkış, mescit gibi kelimeler vardır.) Gideceğimiz kapı 37B gibi bir yerdir misal, uçuşumuz uçağımız da TK253 gibi bir şey. Hele de benim gibi “çok uçmayan” biriyseniz, aynı havaalanını kaçıncıya kullanıyorsanız kullanın kapıların yerleri öğrenmek gibi bir şeye yeltenmez, her seferinde ilk kez geliyormuş gibi kendinizi tabela seline bırakırsınız.

Pek çoğumuz günlük ev-iş, ev-okul güzergâhında bile bazen anlık yoğunlukları anlamak için haritaya bakar. Harita dikkatimizi yoldan, köşelerden, binalardan, ağaçlardan, görsel hafızamızda yer edebilecek, aklımızda kalabilecek ne varsa ondan uzaklaştırır. Tabelaların, yönlerin ve haritaların oluşturduğu temsil ya da kültürel dünya, gerçekliğin yerini alır. Bu da o yolu akılda tutmamamız gibi bir sonuç doğurur ister istemez. Hele de bu yol, otoban gibi, hızlı gidilen, sadece üst değil alt hız sınırı da olan, duraklamanın yasak olduğu bir yerse… Hepsi bir örnek o yollara dair kimsenin aklında bir şey kalmaz. Ta ki insan kaza yapmasın ya da yolda kalmasın.

Bir yeri benimsememiz, sadece orasıyla aramızdaki ilişkinin yoğun ya da yüzeysel oluşuna bağlı değildir.
Bir yeri benimsememiz, sadece orasıyla aramızdaki ilişkinin yoğun ya da yüzeysel oluşuna bağlı değildir.

Sadece yol değil, gittiğimiz yer de unutulma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Çalıştığımız yer özgün bir tasarımı olmayan sıra sıra iş gökdelenlerinden biriyse, katımız 37, koridorumuz B’yse örneğin, ofisimize sayılardan oluşan bir asansör uzamından geçerek ve düğmeler ve tabelalar yardımıyla varıyorsak, katlarla koridorları birbirinden ayıran hiçbir şey yoksa… Ya da bir örnek sitelerden birinde oturuyorsak, çiçek ismi olsun verilmemişse sitemize, bir harf ve sayıdan oluşan bir blokta yaşıyorsak… Sık sık taşınıyorsak, apartmanda kimseyle karşılaşmadan ya da yüzlere dikkat etmeden geçip gidiyorsak… Oturduğumuz muhitle bağ kuramamamız için ille de otelde ya da rezidansta yaşıyor olmamız gerekmez. Oturduğumuz yerin yabancısı olmamız, sıfır mekânsal aidiyetle yaşayıp ölmemiz bu çağda çok da zor değildir.

Hızla içinden geçip gittiğimiz, seyrek kullandığımız yerlerle daha zayıf bağlar kurarız. Buna mukabil, ne zaman ki o mekânda hafızamızda yer edecek, anlatmaya değer bir olay, özel bir tecrübe yaşar, mekâna kendimizden bir şeyler katar, mekân bize bir şeyler katarsa, orası bizde yer eder, aklımızda kalbimizde kalır. Orada çeşitli duygular yaşamışsak, tanıdığımız ve ilgisiz kalmadığımız yüzlerle karşılaşıyorsak, bir adı olmasa bile oraya ad verme ihtiyacı duyarız. O hatıranın mekânı, hatırlanmasına giden yol olarak ona bir isim veririz.

Bir yeri benimsememiz, sadece orasıyla aramızdaki ilişkinin yoğun ya da yüzeysel oluşuna bağlı değildir. Mekânın tasarlanma biçimi, kendi özellikleri de kuracağımız bağı etkiler. Net kuralları olan, aşırı yapılandırılmış, tanımlı eylemler dışında farklı ve özgün hiçbir şey yapmaya müsaade etmeyen, yazılı yönlendirmeler ve tabelalarla dolu, ismin yerine sayı ve harflerin olduğu, tasarımı ve mimarisi bir örnek, benzerlerinden farksız, renksiz, gri ya da beyaz yerler bizde daha az yer eder. En başta aklımızda daha az kalır.

Sadece yol değil, gittiğimiz yer de unutulma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Sadece yol değil, gittiğimiz yer de unutulma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Mekân hayatımızdan kendisi mi çekilmektedir? Yahut rasyonalite ve teknoloji ilerleyip hayatımızı ele mi geçirmektedir. Bu gidişata bizim gerilememiz ya da bazı alanları değersiz görüp oralardan çekilerek bu alanları gönül rızasıyla bırakmamız olarak da bakılabilir. Belki de biz bir yerleri salt geçilecek yerler olarak gördükçe oralara isim verilmemeye, oralar salt sayılarla anılmaya başlanmıştır. Devebağırtan yokuşunun yerini A-B otoyolunun 37. kilometresi alır. İstanbul Suriçi’ndeki semt isimlerinin oradaki canlılıklar azaldıkça yerini idari mahalle isimlerine bırakması da buna benzetilebilir. İnsanlar bir yerlerde yaşayıp hatıra biriktirmedikçe oralar isimsiz kalmaya, salt sayılarla ifade edilmeye mahkûmdur. Ayırt edici yapısal özellikleri de muhtemeldir ki zaman içinde silinecektir. Daha doğrusu sayılı tabelalar takıldı diye bir oralara olan dikkatimizi kaybetmeyiz. “Zaten hazırmış duvar sıkılmış bir yumruğa” mısraındaki gibi, biz oralara olan ilgimizi kaybettik diye mekân tabelalardan, sayılardan, yönlerden oluşan bir harita ya da krokiye dönüşür.

Öte yandan yolu, havalimanını bile yer kılmak mümkündür. Mekke’de lüks bir AVM’de yerde oturup bir şeyler yiyen bir aile gördüğümde çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Ya da evlerde soğutma tertibatı bulunmayan kuzey ülkelerinden birinde yaz geceleri hava çok ısındığında mahallelinin uyku tutumlarını alıp süper market reyonları arasında uyuması, marketlerin gece yatmak için mahalleliye kapılarını açmaları da benzer bir sıra dışılık içeriyor. Market rafları arasında uyuyan insanlar görmeye alışkın değiliz gerçekten de. Bir yerin öncelikli kullanım amacının dışında, ötesinde kullanılması genel anlamda oranın bir “aktif kullanım”a maruz kaldığını anlatır. Aktif bir kullanıcı ise orada büyük ihtimalle bir hatıra üretiyordur. Bu anlamda, çok amaçlı kullanıma açık ya da hususen bunun için tasarlanmış mekânlar, bu tarz bir failliğe daha açıktır denebilir. Ama insan katı kurallarla ve tasarım öğeleriyle sımsıkı korunmuş, aşırı yapılandırılmış mekânları bile yeniden yapılandırabilir, kendi ihtiyaçları doğrultusunda ve tahayyül ufku çerçevesinde seferber edebilir. Belki böylece mekânda gizli kalmış olan potansiyel bir kullanımı kuvveden fiile dökmüş olur.

Evsizlerin sokakları kullanmaları böyledir. Geceleri kimsenin kullanmadığı bankları kendilerine yatak yaparlar örneğin. Ya da işportacıların kaldırımları bir alışveriş mekânına dönüştürmeleri bu kabildendir. Yol insanlar için geçilen bir yerdir. Öncelikli görevi, işlevi insanların zarara uğramadan, güvenli bir şekilde geçmelerini sağlamaktır. Buna halel getirmeden, Hadis-i Şerif’te geçtiği gibi, “yolun hakkı”nı verdikten sonra, orayı farklı amaçlar için kullanmakta bir mahsur yoktur.

Yol davranışı itibarıyla insanları ikiye ayırmak mümkündür. Bir an önce hedefe varmak isteyenler ve yolu içeriksiz, renksiz, kokusuz, yaşantısız bir zaman kayması, geçiş yeri olmaktan çıkarıp bir deneyim vesilesi kılmak isteyenler. Benim de dahil olduğum bu ikinci bölük insan, imkân olsa her çeşmede durur, her köy kahvesine uğrar, her tabelaya sapar. Bu yaklaşıma göre yolu bir geçiş nesnesine indirgemek, ona haksızlık etmektir. Doğrusu, ona kendimizden bir iz bırakmak ve yolun bizde bir iz, bir hatıra bırakmasına izin vermektir. Bu anlamda “durulan yolun hakkı” gibi “gidilen yolun hakkı”ndan da söz edebiliriz. Yola giderken hakkını vermek, David Le Breton’un Yürümeye Övgü kitabında da vurguladığı gibi, yolu idrak etmek, veçhiyle yola yönelmek, durulacak bir şey görünce durmak belki de ancak yürüme hızıyla ya da arabayla da olsa yavaş giderken mümkündür... Bunun zıddı yolu salt bir araca, içinden geçilmesi bir zorunluluk, hatta zül olan herhangi bir yere (yer olmayan’a) indirgemek, zamanda bir kara delik, bir kayıp zaman gibi görmek, mutlak bir araçsallıkla ele almaktır.

Ülkemizde otobanlarda 40 olan asgari hız sınırı, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 başlıklı distopyasında 100’e kadar çıkarılır. Bu durum Neil Gaiman’ın kitaba yazdığı sunuşta belirttiği, distopyaların yeni ve hiç bilmediğimiz toplumsal eğilimlerden bahsetmeyip, yaptığı tek şeyin, içinde yaşadığımız dünyada hazır bulunan bazı eğilimleri aşırılaştırmak, mantıki sonuçlarına vardırmak olduğu hususunu çağrıştırır. Yürümek makbul değildir. Yol yeni ve tesadüfi tecrübelere açık olmamalıdır. Zamanın mekândaki denetim aracı olarak hız sınırına uyulduğunda, tabelalara riayet edildiğinde ortaya diyalog ve rastlantı çıkmaz. Montag'ın Clarisse ile karşılaşıp muhabbet etmesi pek çok değişime gebe olacaktır. Davetsiz misafirler ve tesadüfi karşılaşmalar bize sisteme bağlılığımızı sorgulatabilir. Bu ütopyada ilişkiler yüzeyselleşmiş, eşler birbirlerinin rüyalarını bile dinlemeye ilgi göstermez olmuşlardır. (Jens Lien’in Sorun Yarayan Adam filminde de benzer bir rüya dinlememe sahnesine rastlarız.) Sadece hayatımızdaki yerler “yer olmayan”a dönüşmekle kalmaz, zamanlar “zaman olmayan”a, insanlar “insan olmayan”a, nesneler de “nesne olmayan”a dönüşür. Hepsi boş (“karton pijamalı”?) ve renksiz bir işlev kutusundan ibarettir artık. İsimler yoktur, sadece numaralar ve harfler vardır. Burada bir zıt kutup olarak Hz. Muhammed’in döndüğü şeye bütün veçhiyle dönmesi ve kullandığı günlük nesnelerle hayvanlara isim vermesi gibi örnekler akla gelebilir.

Steven Spielberg’in Terminal filmi de “yer olmayan” olarak kurulmuş bir yerin, havaalanının nasıl gerçek, sahici bir yere dönüştürülebileceğine dair bir rehber niteliğindedir. Filmin kahramanı Viktor Navorski (Tom Hanks) film boyunca yer olmayanı yer kılar. Zaten yapılandırılmış, aşırı ayrıntılı kurallarla sımsıkı sarılmış olanı yeniden yapılandırır. Filmde Doğu Avrupa’dan gelip New York’ta havaalanında mahsur kalan turistin İngilizce de bilmemesi onu aslında daha da dezavantajlı hâle getirir. Ama o tam bir özgüven ve rezilyans yahut esnek dayanıklılık sergileyerek, havaalanında, mekânın tasarımı sırasında öngörülmeyen çeşitli kullanım biçimlerini tek tek hayata geçirir. Âtıl birtakım koltukları söküp yatak yapar, tuvaletlerde tıraş olup duş alır, çöplerden yiyeceğini temin eder. Bavul taşıma arabalarında unutulan paralarla geçimini sağlar, turist rehberi inceleyerek kendi kendine İngilizce öğrenir, iş bulup çalışır, arkadaş edinir, aşık olur, havaalanı çalışanlarının sempati ve hayranlığını kazanır…

 Tıpkı “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever” hadisinde olduğu gibi…
Tıpkı “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever” hadisinde olduğu gibi…

Hayatımızdaki yerler hızla ve yaygın bir biçimde “yer olmayan”a dönüşürken, “yer olmayan” yerleri yeniden yer kılmak nasıl olur? Ya da “zaman olmayan”ları yeniden zaman kılmak, “insan olmayan”ları yine insan haline getirmek, “nesne olmayan”lara nesneliklerini iade etmek… İsim vermek, sevmek, kıymet vermek bu işin önemli bir boyutu gibi görünüyor. Daha yapısal, teknik boyutları ise, hayatımıza girip çıkma hızlarını azaltmak, belirgin renklere/özelliklere sahip olanlarını tercih etmek veya böyle olmalarını desteklemek/teşvik etmek, paraya veya başka bir soyutlayıcıyla ilişkilendirmemek, bunun bir benzeri formu olarak, olabildiğince başka seçeneklerle karşılaştırmamak… Asıl olarak da bir tecrübenin, hatıranın, imgenin parçası kılarak… Mekâna, yere, zamana ve nesneye aidiyetin yolu da sanki varlığımızın daha geniş bir kesimiyle ona açılmaktan geçiyor. Bu hususlar, Türkiye’de mekânsal aidiyetin durumunu ve bunun geliştirilmesinin nasıl mümkün olabileceğini düşünürken bir tutamak noktası sağlayabilir. Zira sevgi gibi, aidiyet de tek taraflı olarak kurulmuyor muhtemelen. Tıpkı “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever” hadisinde olduğu gibi…