Taşınabilir toplu taşımalar

Wikipedia’ya göre “Toplu taşımacılık veya kamu taşımacılığı, şahsî araç tercihinde bulunulmadan yapılan yolculuklar için kullanılan tüm ulaşım sistemlerine verilen genel addır.” Toplu taşımacılığın teknolojik gelişme (!) ile çeşitlenmesi elbette olağan bir durum. ‘Metrobüs’ isminde ve kelime olarak ne anlama geldiğini tanımlamakta zorlanacağımız bir toplu taşıma biçimi bile var mesela. Metrobüs, teknolojik gelişimin (!) bir nihâyeti mi, bu sual bizleri bayağı bir kararsız bırakabilir. Fakat ‘metro’nun teknolojik gelişim (!) neticesinde ortaya çıktığı bir gerçek. ‘Gemi’ yahut ‘vapur’ taşımacılığını da teknolojik gelişmenin (!) bir yerlerine eklemleyebiliriz. Ve elbette ‘uçak taşımacılığı’ deyince akan suların durduğunu zannımca herkes temaşa edebilecektir. Neden teknoloji ile toplu taşımacılık arasında, yukarıdaki çoğu tanıdık gelecek bahsi açmaya çalıştığımı merak etmeyenler olabilir. Fakat yazımın başlığının hâlâ ilgi çekici olduğunu düşünenler için, anlatmaya devam etmenin yerinde olacağı kanısındayım.

Geçen günlerden birinde, her hafta içi sabahın erken saatlerinde tekerrür ettiği üzere, İstanbul olarak kabul edilmemesi gereken fakat ne yazık ki resmî İstanbul sınırları içerisinde anılan bir coğrafyadan, Suriçi’ne yakın bir yere, metrobüs denilen toplu taşımayla yolculuk yapıyordum. Otuz küsur senelik İstanbul yaşantımın anılarını şöyle bir kurcalayınca herkes gibi şunu rahatlıkla iddia edebilirim ki İstanbul’da geçirilen her sene, bir evvelki seneye göre daha zor oluyor. Özellikle de toplu taşımacılık konusunda! Önceki senelerde metrobüste yaptığım yolculuklardaki ilk amacım boş koltuk bulursam oturmaktı. Sonra bu amacımın yerini ‘sadece araçta bir yerlere yaslanabilmek’ aldı. Şimdilerdeyse amacım çok daha iç burkucu. Nefes alabilmek! Bir balık ve deniz ürünleri firmasının market raflarında duran yemeye hazır sardalya kutularındaki balıkların metrobüslerde yolculuk yapan insanlardan daha rahat olduğunu söylesem, komik görünür müyüm? Belki. Fakat gerçek bu! Kutudaki bir uskumrudan çok daha zor koşullarda yolculuk yapıyorum. İnsanların insanlarla bu kadar yakın oldukları çok nâdir yerler vardır. Ve elbette bu kadar uzak oldukları…
İnsanların birbirlerinden uzaklaştıkları meselesi, birçok konunun bir yerlerinde birkaç defa anılır. Hatta şairin diliyle dahi vurgulanmıştır: “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” Hangi dünyaya peki? Kendi dünyalarına elbette. Nefeslerin nefeslere, sessizliklerin sessizliklere ve sinir hâllerinin sinir hâllerine karıştığı bir metrobüs yolculuğunda, insanlar hangi dünyaya kulak kesilmiş olabilirler ki başka? Herkes kendi içindeki uçuruma yuvarlanmıştır ve durmadan da yuvarlanmaktadır. Fakat insanoğlu bu yuvarlanma sırasında, hemen bitişiğindeki diğer yuvarlanmadan da habersiz değildir pek! Tetiktedir ve her an gelebilecek bir etki için azığında yeteri kadar tepki saklamaktadır.

Metrobüs yolculuğum kazasız belasız tamamlanmak üzereyken kafamı şöyle bir kaldırdım ve o an aklıma, evvelden aklımda olmadığından neredeyse kesin bir şekilde emin olduğum fakat nasıl olup da düşünmeye başladığımı kestiremediğim bir mevzu geldi! Taşınabilir Toplu Taşımalar!


Çoğu şeyin farkında olmayışımız anormal bir durum değil. En nihâyetinde gözlerimizin gördüğü kaç olayı yahut nesneyi tam olarak kavrayabiliyoruz ki? Fakat bu duruma sığınmak da oldukça zararlı sonuçlar doğuracaktır. Çoğu şeyi kavrayamıyoruz belki, lâkin giderek daha da irca edilen bir havsalamız olduğunu görmezden gelemeyiz. Depoladıkça saklayandan çok, saklamaya çalıştıkça silinen bir yapıdadır hafıza denilen yaratım. Zihnimiz, gözlerimiz ekranları tararken, depolamak için kabul etmeye boyun eğer bir hâldeyken saklamamız gerektiği için depoladığımız şeyleri kaybetmekteyiz. Bu yüzden de kulak kesilişimiz giderek daha da kararsız bir biçime kavuşmakta. Ve bu süreçte, kaç farklı yolculuğa çıktığımızı hesaplamak kesinlikle zor olacaktır.
Bir toplu taşımada yolculuk yaparken bir sosyal medya uygulamasında geziniyorsak, en az iki yolculuk hâlinde olduğumuzu iddia ediyorum. Biri içinde olduğumuz ve fizik kurallarına göre hareket eden bir araç, diğeriyse içine düştüğümüz ve soyut bir hareket sergileyen makine. Sosyal medya uygulamalarının birer toplu taşıma olduğunu hissetmek bir metrobüs yolculuğu sırasında yerleşti içime. Tıpkı somut taşıtlarda olduğu gibi sosyal medya uygulamalarındaki atmosfer de aynı. İnsanlarla burun buruna gidiyoruz, onların dertlerinden neşet eden havayı soluyoruz veya mutluluklarından yeşeren kahkahalarına kulak tıkamak zorunda kalıyoruz. Rahatsız oluyoruz fakat müsait bir yerde inemiyoruz. Parmaklarımızın gövdelerinin üzerinde yükselen uygulamaları taşıyoruz. Uygulamalarla kendimizi de taşıyoruz (yahut sürüklüyoruz demek daha doğru olur). İneceğimiz durak bir türlü gelmiyor. Gözlerimizle taradığımız görüntüler zihnimize sıkışmaya çalışıyorlar. O sırada somut taşıtın kapısı açılıyor ve içeriye daha fazla insan doluşuyor. Nereden geldikleri ve nereye gittikleri önemli değil. Tıpkı ekranda akan görüntüler gibi. İçimizde yolcular biriktirip duruyoruz. Bir sürü farklı kimlik, ses, yankı… İlerliyoruz fakat varamıyoruz. Başımızı kaldırıyoruz bazen ve aracın tepesinden aşağıya salınan bir ekranda reklamlarla karşılaşıyoruz, sonra dışarıya çeviriyoruz başımızı (nerede olduğumuzu görmek için) yine reklamlarla karşılaşıyoruz, zayıf bir bilinç ile başımızı eğiyoruz yeniden ve yine reklamlarla karşılaşıyoruz. Belki de bu yüzden “Ölünce beni kim yıkayacak?” diye bir sualle karşılaşınca ürküyoruz. Çünkü hiçbir yolculuğa ölmek için çıkmadığımız fikri yatıyor aklımızın zemininde.

Kimse inmiyor aslında… Yalnızca inmiş gibi yapıyoruz tek tuşla ekranı karartırken. Evimiz ardımızda mı kaldı yoksa her sabah terk ettiğimiz bir duraktan farksız mıydı bunca zaman, diye soramıyoruz. Biri fısıldayacak diye bekliyoruz belki de. “Burada ineceksin” diye bizi uyaracak. “Durağı geçtik, fakat yine de burada in!” diyecek. Sanırım.