Mi’râc: Göksel bir şölen Meğer Bir Gece ki

Önemli bir gelenek olan Mi’râciyeler için yeterli çalışmaların bulunmadığı günümüzde bir merakın arkasından titizlikle ve dikkatle giden Zeynep Özel’in Mir’ac hadisesi hakkında yaptığı çalışma okurlarla buluştu. Meğer Bir Gece Ki... yüzlerce Mesnevinin yanı sıra özgün kaynakların tarandığı ve disiplinlerarası literatürün yer aldığı çalışmanın detaylarını içeriyor. Zeynep Özel bu özgün çalışmaya dair sorularımızı Nihayet okurları için cevapladı.
Mi’râciyye geleneği önemli bir konu olmakla birlikte pek de çalışılmamış. Siz bu konuda çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Mi’râc hadisesi hep ilgimi çekmiştir. Mesela neden minyatürler ve Erol Akyavaş’ın mi’râc resminde beyaz horoz vardır ya da aslanın mi’râc minyatürlerindeki fonksiyonu nedir, Bildiğimiz mi’râc hadisesinin ne kadarı ana kaynaklarda geçmektedir gibi. Doktora konusu araştırırken kendimi bu soruların peşinde buldum.

Peki sorularınıza cevap bulabildiniz mi?
Büyük ölçüde şekillendi diyebilirim. Beş yılı bulan doktora tezimi yazma sürecinde mi‘râc hadisesinin yer aldığı ana kaynaklar ile mesnevi şairlerinin eserlerine başlarken tevhid, münâcât ve na’ttan sonra yer verdikleri mi’râciyyeleri içeren yüzlerce mesnevinin yanı sıra mitololoji, dinler tarihi, astronomi, felsefe, sanat tarihi ile ilgili kaynakları tarama imkânım oldu ve kendimce bir şablon oluşturabildim.
Mi‘râciyye yazma geleneğinin 12.yy’da başladığını söylüyorsunuz. Ondan önce mi’râc hadisesi edebi metinlerde yer bulmamış mı?
Aslında malum mi’râc hadisesi, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib ve eşi Hz. Hatice’nin art arda vefat ettiği “Hüzün Yılı” sonrası adeta Cenâb-ı Hak’tan bir teselli gibi gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber bir gece içinde önce Mekke’den Kudüs’e, ardından da göğe doğru bir yolculuk yapmış ve aynı gece içinde geri dönmüştür. Bu olayın Kudüs’e kadar olan birinci safhasına isrâ, göğe yükseliş kısmı olan ikinci safhasına ise mi‘râc denilmektedir. Arap Edebiyatında mi‘râc hadisesi sahabeden Ka’b b. Züheyr’in Kasidetü’l Bürdesi içinde yer alan on bir beyitte olduğu gibi sade ve müstakil bir bölüm olmaksızın ele alınmış ve sonraki dönemlerde de mi’râc hadisesine yer veren şairler ana kaynaklara uygun bir şekilde, ayet ve hadislerden iktibasla da sade bir dille, müstakil bir bölüm olmaksızın mi‘râc hadisesine yer verilmiştir.
Fars Edebiyatında ise 12. yüzyıla kadar mi‘râc hadisesi nesir olarak ele alınmıştı. Ancak Senâî bir yenilik yaparak Hadikâtü’l-hakîka adlı mesnevisinde müstakil bir mi’râciyye bölümüne yer vermiştir.
Sizce ne oldu da 12. yy’da Senâî müstakil bir mi‘râciyye bölümüne yer verdi?

Hakîm Senâi (ö.1131) irfanî şiirin babası olarak da bilinir. (Mi‘râcı müstakil olarak ele alan eserlere mi‘râc-nâme, bir eserin içindeki müstakil bölüme ise mi‘râciyye denilmektedir). Sadece kendi dönemi için değil, sonraki dönemlerde de oldukça etkili olan Senâî’nin nücum, astronomi ve dönemin ilimlerine olan vukûfiyeti şiirlerine, dolayısıyla mi‘râciyyesine de yansımıştır. Senâî, Seyru’l-ibâd mesnevîsinin üçüncü bölümünde manevi olarak bir yükseliş deneyimlediğini söylemektedir. Şair ilk mi’râciyye yazarı olarak belki bu manevi deneyimi, astronomi bilgisi ve irfani birikiminin de yönlendirmesiyle felekleri renkli bir şekilde ele almış ve bu üslup Fars ve Türk şairlerin mi‘râciyyelerine de etki etmiştir.
Burçlar ve astronominin mi’râciyyelerde yer bulması da ilgi çekici. Bu gelenek nasıl başlamış?

Senâî, Hadikatü’l-Hakîka isimli mesnevîsinin girişinde yer verdiği ilk müstakil mi‘râciyye örneğinde feleklerin mitolojik özelliklerine değinerek Hz. Peygamber’i karşılayan Nahid/Venüsü neşesiyle, Merih/Mars’ı da cesaretiyle ele almıştır. Sonraki şairler de ana kaynaklarda geçtiği şekliyle Hz. Peygamber’in gök katlarında karşılaştığı peygamberlerden ziyade, yedi felekte yer alan gezegenlere ve sonraları da burçlara yer vermiş, Hakikât-i Muhammediye’den de mülhem, Hz. Peygamber’in ziyareti ile gezegenler ve burçların bilinen kötü hasletlerinin güzelleştiğini tahayyül etmişlerdir. Örneğin Hatayî Türklerinden olan 13.yy. şairi Emir Hüsrev-i Dihlevî Zuhal/Satürn gezegeninin çevresindeki halkayı Hristiyan din adamlarının bağladığı zünnara benzeterek Hz. Peygamber’in yedinci felekten geçerken Zuhal’in zünnarını kestiğini tahayyül etmiştir.
رشتۀ زنار زحل را گسست | چون به صنم خانۀ هفتم نشست |
Ulaşınca yedinci feleğe (o sevgili) | Zuhal gezegeninin zünnarını kesti |
Veya şairler Hz. Peygamber’in hayatındaki hadiselere telmihle gezegen ve burçların özelliklerine de yer vermiştir. Örneğin Gencelî Nizâmî, Hz. Peygamber’in Yay ve Oğlak Burcundan geçerken, Yahudi bir kadın tarafından zehir katılmış oğlak (bazı rivayetlere göre ise koyun) etiyle zehirlenmeye çalışılmasına telmih yaparak şöyle demiştir:
زهر،ز بزغالۀ خوانش گریخت | چون ز کمان تیرِ شکر زخمه ریخت |
Fırladı ok, Yaya hoş adımıyla basınca | Yok oldu zehir isabet ederken Oğlağa |
Hakanî-yi Şîrvânî, Nizâmi-yi Gencevî, Emir Hüsrev-i Dihlevî, Attâr, Molla Câmî ve bizim edebiyatımızda da özellikle Ahmedî, Behişti Sinan, Lamiî Çelebi gibi şairler de bu geleneği devam ettirmiş, mi‘râciyye bölümlerinde diğer bölümlere göre daha dikkat çekici teşbihler ve edebi sanatlarla ele almışlardır.

Mi‘râciyyeleri göksel bir şölen olarak nitelendirmişsiniz
Çünkü şairler bütün gök ehlinin Hz. Peygamber’i bekleyişini konu edinmiş, meleklerin Hz. Peygamber’i güzel kıyafetler giyerek heyecanla karşıladığını, ayın elinde tepsiyle Hz. Peygamberin başından çiçekler saçtığını, Hz. İbrahim’in Hz. Peygamber’in ordularına sofralar kurduğunu, tütsüler yakıldığını tahayyül etmiş, “kâbe kavseyn” ifadesi yerine taht, özel çadır gibi istiareler kullanırken Burak için şimşek gibi hızlı, gökyüzünün şehsuvârı gibi teşbihlerden faydalanmış ve o geceyi yer yer bir düğün gecesine benzetmişlerdir. Mitolojiden de istifade ederek teşbihler, telmihler, istiareler, hayal gücü ve astronomi bilgisiyle Hz. Peygamber’in sevgisini harmanlayarak mi’râc hadisesini çok özgün bir biçimde ele almışlardır.
Türkçe ve Farsça mesnevileri karşılaştırmak istesek?
İlk mi‘râciyye yazarı Senâî ve ardından gelen Farsça mi’râciyye şairlerinin birçoğu, Türk şairlerden önce yaşamalarına rağmen hadiseyi daha teşbih edici bir tarzda ele almışlardır. Türkçe mesnevîlerdeki mi‘râciyye şairleri benzer teşbihleri kullansa da, mi‘râc hadiseye daha temkinli bir üslûpla yaklaşmışlar ve nasslara daha uygun bir sıralamayı tercih etmişlerdir. Örneğin göğün katlarında Peygamberlere daha çok yer vermişler, rûyetullah konusunda temkinli bir dil kullanmışlardır. Türk şairler de selefleri gibi Hakikât-i Muhammediye anlayışına yer yer değinmiştir.

Son söz olarak ne söylemek isterdiniz?
Dikkatimi çeken bir nokta olarak Farsça ve Türkçe mi’râciyye şairleri tarafından mi‘râc hadisesinin ele alınış tarzı Mantıku’t-Tayr gibi eserlerin üslûbunu da anımsatıyor ve mi’râc güzergâhının bu tarz eserlere de ilham olduğunu düşündürüyor. Şairler genellikle göğün katmanlarını ve felekleri tasavvufî bir seyr-i sülûk güzergâhı gibi tahayyül etmiş, Hz. Peygamber’in son vadide fena makamının da üzerine çıkarak kâbe kavseyn seviyesine ulaşmasını ve yolculuk boyunca tanık olduğu seyr-i sülûk mertebelerinin bir özü olarak beş vakit namaz ile dönerek ümmeti ödüllendirmesini eserlerinde işlemişlerdir.