Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi basınında önemli bir gazeteci: Refi’ Cevad Ulunay

Ankara Valisi Muhiddin Paşa ve Makbule Hanım’ın çocuğu olan Refi’ Cevad Ulunay, babasının memuriyeti sebebiyle bulunduğu Şam’da 1890 yılında doğmuştur. Ailesi Mevlânâ’nın soyundan gelen Refi’ Cevad, “Ulunay” (nay=ney) soyadını alacak ve ileriki yıllarda “basının çelebisi” olarak anılacaktır. Çocukluğunu Vefa’da, anneannesi ve dedesinin yanında geçiren Ulunay, kendisinin yetişmesinde anneannesinin çok önemli bir rolü olduğundan bahsetmekte ve “irfan namına nem varsa hep onun sayesinde edindim.” demektedir. İlk olarak Vefa’da “Taş Mektep” olarak bilinen Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebinde, daha sonra Refik Halid Karay ile tanıştığı Şemsü’l-Maârif’te ve Galatasaray Lisesinde okuyan Ulunay, Recaizade Mahmud Ekrem, Muallim Naci, Babanzâde Ahmed Naim, Abdurrahman Şeref Bey gibi isimlerden ders almış, Mekteb-i Hukukta ise Haldun Taner’in babası Ahmed Selâddin Bey ve Ebul’ulâ Mardin’in öğrencisi olmuştur.
İttihatçılara sempatisi sebebiyle Meşrutiyet dönemi başlarında henüz on dokuz yaşındayken (1909) Tanin gazetesinde siyasi muhabir olarak çalışmaya başlayan Refi’ Cevad, kısa bir sürenin ardından bu gazeteden ayrılarak İkdam gazetesine geçmiş ve Yunus Nadi’nin muavinliğini yapmıştır. Daha sonra Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na yakın olan Şehrah gazetesinde yazı işleri müdürlüğü görevini üstlenmiş ve bu gazetede “Kirpi” imzasıyla yazmakta olan Refik Halid ile birlikte çalışmıştır. Bu gazetelerin ardından 1911 yılında kendi gazetesini çıkarmıştır. Bâb-ı Âli Yokuşu’nda (bugünkü adıyla Ankara Caddesi) Vilayet Han’ın bulunduğu yerde Refi’ Cevad ve Halit Fahri Ozansoy’un dayısı Pehlivan Kadri tarafından kurulan ve ileriki yıllarda Cenap Şehabettin, Ahmet Rasim, Yusuf Ziya Ortaç, Refik Halit Karay gibi isimlerin yazdığı bu gazete Alemdar ismini taşımaktadır.

İttihat ve Terakki’ye mensup bazı isimlerin 23 Ocak 1913 tarihinde Bâb-ı Âli’yi basarak Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa’nın öldürülmesi ve Sadrazam Kâmil Paşa’nın istifa ettirilerek yerine Mahmut Şevket Paşa’nın sadarete geçmesiyle sonuçlanan ve Türk siyasi tarihinin en önemli olaylarından biri olan Bâb-ı Âli Baskını’nın ardından, bu dönemde İttihat ve Terakki’nin politikalarını eleştirmekte olan Refi’ Cevad’ın Alemdar gazetesi kapatılmıştır. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’te bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra ise İttihat ve Terakki’ye muhalif pek çok kişi Bekirağa Bölüğüne hapsedilmiş ve ardından sürgüne gönderilmiştir. Refi’ Cevad’ın Sinop, Çorum ve Konya’da geçen bu sürgünü dört yıldan fazla sürmüştür.
I. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından Mondros Mütarekesi imzalanmış, İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleri ülkeden ayrılmışlardır. 1918 yılının sonlarında Alemdar gazetesini yeniden yayınlamaya başlayan Refi’ Cevad, İttihat ve Terakki’yi eleştiren yazılar kaleme almayı sürdürmüştür. Millî Mücadele yıllarında ise İttihatçılara olan öfkesi nedeniyle Kuvâyı Milliye aleyhinde yazılar yazan ve Yunan kuvvetlerine karşı savaşmanın imkânsız olduğunu iddia eden Refi’ Cevad, çözüm olarak İngiliz himayesini savunmuştur. Buna karşılık İstiklâl Harbi Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanmış ve Refi’ Cevad İngilizler aracılığıyla ülkeden ayrılmıştır. Daha sonra 150’likler listesine alınan ve uzun yıllar yurtdışında yaşayan Refi’ Cevad, 16 Temmuz 1938 tarihli af kanununun ardından ülkeye dönmüş ve döndükten sonra verdiği röportajlardan birinde “hata eden bizdik” demiştir.

1940’lı yılların başlarında Zekeriya Sertel’in teklifiyle Tan gazetesinde yazmaya başlayan Refi’ Cevad Ulunay, bir dönem Burhan Felek ve Refik Halid Karay ile birlikte bu gazetenin yazar kadrosunda yer almış; daha sonraysa mesleğe Meşrutiyet döneminde Ulunay’ın yanında başlayan Cemalettin Saraçoğlu’nun çıkarmakta olduğu Yeni Sabah gazetesine geçmiştir. Ulunay’ın basındaki son durağıysa Milliyet gazetesi olmuştur. Gazeteciliğe Ulunay’ın yanında başlayan Ali Naci Karacan, Türk basın tarihinin en uzun soluklu gazetelerinden biri olan Milliyet’i kurmuş ve Ali Naci Karacan’ın teklifinin ardından Ulunay, Milliyet’te yazmaya başlamıştır.
1953-1968 yılları arasında Milliyet’te yazan Ulunay’ın köşesi “Takvimden Bir Yaprak” adını taşımaktadır. Bu isim, Türk basın tarihinde ilk defa “Şeyhü’l-muharrirîn” ünvanı verilen (Bu ünvan, basın tarihinde ikinci kez 1975’te Burhan Felek’e verilmiştir, Felek’in ifadesiyle “yazarların en yaşlısı” anlamına gelmektedir. Nitekim “şeyh”, “ihtiyar” demektir.) Mahmut Sadık Bey tarafından daha önce kullanılmıştır. 1960’lı yılların ikinci yarısında Türkiye’de aktif olarak her gün yazı yazan en eski fıkra muharriri olarak gazeteciliğe devam eden Ulunay’ın “Takvimden Bir Yaprak” ismini kullanması basın tarihinde bir sürekliliği de ifade etmektedir.
Bu köşesinde Ulunay, tarih ve edebiyat gibi konuların yanı sıra ağırlıklı olarak halkın gündelik sorunlarına yer vermiştir. Milliyet yazarlarından Hasan Pulur, “Okur, o gün neyle ilgileniyorsa Refi’ Cevat onu bulur ve yazardı. (...) Okurun nabzını tutmak demek, okurun, düşündüğünü senin yazında bulması demektir. (...) Burhan Felek de, Ulunay da bunu çok iyi bilirlerdi ve çok iyi yaparlardı.” ifadesini kullanmaktadır. Ulunay’ı “yürekten sevip saydığı bir baba” olarak gördüğünü söyleyen Abdi İpekçi ise Ulunay’ın yazıları hakkında “samimi bir muhafakârlığın, kökünde saf milliyetçi duygular yatan bir gelenekçiliğin ifadesidir” demektedir.

Halit Fahri Ozansoy’un oğlu Gavsi Ozansoy, Ulunay’ın Milliyet’teki odasını şöyle tasvir etmektedir: “Ömrümde hiçbir gazete idarehanesinde böyle bir çalışma odası görmemiştim. Kuş kafesleri, cıvıl cıvıl öten kanaryalar, çay demleme, kahve pişirme tezgâhı; elektrik ocağının üstünde suyu kaynamak üzere olan bir çaydanlık, çay bardakları, kahve fincanları, küçük büyük sıra sıra kaşıklar, istirahat için eski zaman zevkine göre hazırlanmış bir sedir.”
Abdi İpekçi’nin, 1960’lı yıllarda Milliyet’te kaleme aldığı bir yazısı da Ulunay’ın bu yıllardaki gündelik yaşamını anlatan önemli bir metindir. Ülkeye döndükten sonra Sultan Abdülhamid’in dâhiliye nazırı Memduh Paşa’nın kızı Mualla Hanım ile evlenen Ulunay, uzun yıllar boyunca Kartal’da Yunus mahallesindeki çiftliklerinde yaşamıştır. (Bugün de Yunus’ta Ulunay’ın adını taşıyan bir cadde bulunmaktadır.) Cağaloğlu’ndaki gazeteye her gün bu çiftlikten tren ve vapurla giden Ulunay, tren istasyonundan çiftliğine eşeği Menekşe’nin sırtında gitmekte, dönüşte de yine Menekşe ile çiftliğine dönmektedir. Abdi İpekçi, Ulunay’ın bu çiftliğinden şöyle bahsetmektedir:

“Ulunay’ın Yunus’ta mütevâzi bir köy evi vardır. Refikası da kendisi gibi hayvanlara pek düşkün olduğundan küçük çiftlikleri inekler, koyunlar, koçlar, boğalar, kediler, köpekler, ördekler, kazlar, tavuklar, horozlar, tavus kuşları ve eşeklerle doludur. (...) Üstâd, her sabah saat beşte kalkar. Tiryakisi olduğu kahvesini içtikten sonra hayvanları ile meşgul olur. Öğlene doğru yazısını yazmak üzere gazeteye gelmek için yola çıkar. Her geliş ve gidişinde 3 vasıta değiştirmek mecburiyetindedir: Tren, vapur ve dolmuş… Son zamanlarda biraz ihtiyarladığını hissetmiş ve bunlara bir dördüncü nakil vasıtası ilâve etmiştir. Şimdi akşamları Yunus’ta trenden indiği vakit kendisini istasyonda bekleyen eşeği Menekşe’nin sırtına biniyor ve çiftliğine öyle gidiyor. (...) Sesi o kadar gürdür ki gazetede iki kat üstümüzdeki odasına telefon ettiğimiz vakit verdiği cevapları telefon âhizesine lüzum kalmadan pencereden rahatça duyabiliriz. (...) Umumiyetle romanlarındaki kabadayılar gibi konuşur. Ama sırası gelince o meşhur eski İstanbul nezaketini şahsında canlandırır.”
En bilinen özelliklerinden biri hayvanseverlik olan Ulunay, hayvanlarla ilgili konulara köşesinde sıklıkla yer vermiştir. Örneğin bu yazılardan biri güvercinlerle ilgilidir. Beyazıt Meydanı’nda yetmiş üç tane güvercini arabasıyla ezerek öldüren bir şoförün cezasız kalmasını eleştiren ve güvercinlerden “İstanbulun tarihî kubbelerinin lisanıdır” sözleriyle bahseden Ulunay, bu yazısında “güvercinlerin davacısıyız” diyecektir.
Köşe yazıları, hatıraları ve romanlarının yanı sıra Ulunay’ın önemli çalışmalarından biri de Eski İstanbul Kabadayıları: Sayılı Fırtınalar adını taşımaktadır. Bu eser bir çeşit hatırattır; nitekim Ulunay anlatmış olduğu kabadayıların çoğunu tanımaktadır. Dahası Ulunay da bu “sayılı fırtınalar”dan biridir. O yıllarda Milliyet’te yazmakta olan Hasan Pulur, Ulunay’dan şöyle bahsetmektedir:
“Karaköy’e gelince de mutlaka Karaköy Meydanı’nda dolaşır, bir tanıdık bulursa, onunla çıkardı yokuşu. O gün de öyle geldi. Çantası elinde, beresi mutlaka başında. Her zaman sabahları önce yazı işlerine uğrar, selam verir, ‘Ne var ne yok’ diye mutlaka sorardı. O devir yazarlarının en büyük özelliği buydu. Burhan Bey de öyleydi. Burhan Bey ile bunlar öğleden sonra gelirler, yazı yazmadan önce mutlaka yazı işlerine uğrarlar, o gün olup biteni öğrenirlerdi… Asansöre binecekti. Binada tek asansör var. Baktı ki asansör gelmiyor, bir nara da orada attı ve ‘Ulan, asansörü kim tutuyor?’ diye ortalığı ayağa kaldırdı.”

Ulunay’ın anlattığına göre “sayılı fırtınalar” çok güçlü kişilerdir. Ulunay, “Ben bu adamların çoğunu tanırım... Bunların içinde bir yumrukla hasmının elmacık kemiğini kırıp içeriye göçerten adamları bilirim.” demektedir. Bunun yanı sıra çoğunun cahil fakat terbiyeli olduğunu, büyüklerin muhitinde bulundukları zaman kendilerine söz düşmezse konuşmadıklarını, çoğunun sanat ehli olduğunu ve kendilerine has kuralları olduğunu söylemektedir. Örneğin birbirlerinin babalarını tanımaları hâlinde dövüşülmemekte, “Ben seninle dövüşmem. Babanla merhabam var.” denmektedir. Ulunay, “kaldırım kabadayıları” gibi olumsuz profillerin aksine İstanbul’un o dönemki toplumsal hayatının önemli bir parçası olan “efendi kabadayılar”dan da bahsetmektedir. Tarih meraklısı, musikişinas ve güzel levhalara sahip bir hattat olan Sarraf Niyazi bunlardan biridir. Ulunay’ın verdiği örneklerden biriyse Şevki Efendi’dir. Şık giyimli, yaz kış elinde şemsiyesiyle dolaşan bir İstanbul efendisi olan Şevki Efendi, Vefa İdadisinde sorumlu olduğu çocukların üstüne titreyen bir görevlidir. Şevki Efendi, okulda çocuklara musallat olan tiplerin karşısında “Acem Şevki” olmaktadır:

“Acem Şevki denilince, bu adamı iri yarı, çatık kaşlı, bastığı yeri titreten bir adam zannetmeyiniz. Acem Şevki orta boylu, sakallı, kulakları fesinin içinde, kolalı gömleğinin yakasında hazır siyah bir boyunbağı, siyah redingotlu, kaloş kunduralı, yaz kış eli şemsiyeli bir efendi idi. Zaten herkes ‘Şevki Efendi’ derdi. Vapurda, tramvayda oturduğu zaman bacaklarının arasındaki şemsiyenin sapına dayanarak düşünür gibi duran bu adamın İstanbul’un en azılı bir kabadayısı olduğuna kimse ihtimal veremezdi. (...) Acem Şevki, Vefa İdadisinde ‘Baş Mubassır’dı, kendisine verilen çocukların üstüne titrerdi. O zaman bâzı adamlar talebenin mektepten çıktıkları saatte, kapının yanında, yahut civarında dururlar, çıkanları seyrederlerdi. Şevki Efendi, buna sinirlenirdi. Bir akşam talebenin çıkmasına yarım saat kala dışarıya çıktı, bekliyenlerden birinin yanına gitti, nazikâne sordu:
-Birisini mi bekliyorsunuz?
Bu söze muhatap olan adam Şevki Efendi’yi süzdü.
- Neye sordun?
Şevki Efendi:
-Sormak lâzım geldi de onun için…
-Kimi bekliyorsam bekliyorum… Sana ne babacığım.
-Öyleyse ben de sana bir baba nasihati vereyim. Buradan kirişi kır oğlum.
-Sen kim oluyorsun da bana böyle emrediyorsun?
-Ben bu mektebin sermubassırıyım.
-Senin sermubassırlığın mektebin içinde… Buraya karışamazsın.
Şevki Efendi:
-Usulen karışamam. Fakat ben biraz usûlden dışarı çıkacağım, bu işe karışacağım.
Bu konuşma diğer bekleyenlerin dikkatini çekti, yavaş yavaş sokuldular. Şevki Efendi:
-Yalnız sen değil, ötekiler de buradan gidecekler. Bunun için beni şiddet kullanmağa mecbur etmeyin de edebinizle defolun gidin.
Bu söze muhatap olan:
-Haydi, haydi… dedi, işine git.

Ve bunu söyleyerek Şevki Efendi’yi göğsünden itti, fakat itmesiyle beraber yere yuvarlanması bir oldu. Şevki Efendi, o anda Acem Şevki olmuş ve bir balyozdan farkı olmayan yumruğu herifin suratına inmişti. Bunu görenler açıldılar… Fakat Şevki Efendi ne yaşından, ne başından umulmıyan bir çeviklikle atıldı, en iri yarılarından birini boynundan yakaladı, balyozun ikinci darbesi de onun suratında patladı. Yumruğu yiyenin, çenesi tamamen bir tarafa kaymıştı. İki eli ile mafsalından çıkan çene kemiğini tutarak kaçtı. Ne kapıda ne civarda kimse kalmamıştı, yalnız ilk yumruğu yiyen, yattığı yerden doğrulmuş, alık alık bakınıyordu. Şevki onun yanına döndüğü zaman, ikinci bir yumruk geliyor zannederek:
-Aman beybabacığım! Dedi, ocağına düştüm. Vurma!
Şevki Efendi güldü:
-Korkma! Dedi, vurmam. Haydi kalk git. İstersen yarın akşam yine buyur, sana bir acı kahve daha ikram ederim.
Bu hâdise derhal yayıldı. Dayağı yiyen Aksaray’ın Yeşiltulumba kahveleri müdavimlerindendi. Bir tarafı şişmiş yüzü, morarmış gözü ile kahveye çıktığı zaman, arkadaşları sordular:
-Kiminle dövüştün?
Adam, vakayı saklamadı, olduğu gibi dosdoğrusunu anlattı. Kendisini bir yumrukta yere serenin kılığını, kıyafetini anlattığı zaman, oradakiler:
-Geçmiş olsun! dediler. Sen Acem Şevki’nin hışmına uğramışsın. Bu kadarla atlattığına şükret. Fakat nasıl oldu da onu tanımadın?
-İsmini işitirdim ama, kendisini hiç görmemiştim. Hâlinden de belli değil… Bit kadar bir adam… Üstelik sakallı da…

Dinleyenler gülüyorlar:
-Ya, öyledir. Elinde şemsiyesi de vardır. Onun yumruğunu kaldıracak adam yoktur. Sen nasıl oldu da yalnız bere ile kurtuldun. O, vurduğu yerde kemiği de kırar.
Vefa İdadisinin önündeki vakayı Şevki Efendi kimseye anlatmamıştı. Sarraf Niyazi başkalarından duydu. Arkadaşına:
-Yâren! dedi, birkaç gün evvel birini terbiye etmişsin.
Şevki Efendi:
-Ehemmiyetsiz bir vaka. Akşamları birtakım hergele mektebin önünde toplanıyorlar da…
-Sonra?
-Sonrası… Şimdi artık toplanmıyorlar.
Vaka hakkında bundan fazla bir şey konuşulmadı.”

Halkın gündelik sorunlarının yanı sıra İstanbul’un toplumsal tarihi hakkında da yazılar kaleme alan Ulunay, vefatına değin Milliyet gazetesinde yazmıştır. 1960’ların ikinci yarısına kadar Yunus’taki çiftliğinde yaşayan Ulunay, daha sonra Topağacı’nda (Teşvikiye) Poyracık Sokak’taki evine taşınmış ve bir süredir tedavi görmekte olduğu Teşvikiye Sağlık Yurdu’nda 4 Kasım 1968 tarihinde vefat etmiştir. Vasiyeti gereğince cenazesi Konya’ya götürülerek Üçler Mezarlığı’na defnedilmiştir.