İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın unutulmuş bir mektubu

İbnülemin Mahmut Kemal’in mektubu, “Şair-i Âzam”ın hususi hayatına dair bilgiler sunmasının yanı sıra İbnülemin-Abdülhak Hamid dostluğunu vurgulaması bakımından da önemli bir vesika olarak karşımızda durmaktadır.

Modern Türk şiirinin önemli isimlerden biri olan Abdülhak Hamid Tarhan (1852- 1937), eserleriyle olduğu kadar bohem hayatıyla, aşklarıyla hatta ölümüyle adından söz ettiren, eskilerin tabiriyle nevi şahsına münhasır bir şahsiyettir. Hemen daima şairin adıyla birlikte kullanılan “Şair- i âzam, Dâhi-i âzam” unvanları, onun etrafındaki şöhret halesini özetleyen terkiplerdir.
Beyaz perdeye aktarılacak kadar renkli bir hayat süren Abdülhak Hamid, takvimler 12 Nisan 1937 tarihini gösterdiğinde seksen beş yaşında iken Maçka Palas’ta vefat etmiştir. Denilebilir ki onun vefatı, edebiyat tarihimizde örneğine az rastlanan bir hadiseye dönüşmüştür. Şairin ölümünün ardından yaşananlar İsmail Alper Kumsar’ın da tespit ettiği gibi “vefa ile siyasa” arasında âdeta bir “gövde gösterisi” gibidir.1 Edebiyat tarihimizde ilk defa bir şairin ölümünün ardından “edebî yas” ilan edilmiş gibidir.

Gazeteler bir hafta, on gün boyunca her gün Abdülhak Hamid’in ölümünden bahsederler; kütüphaneler ve kitabevleri “büyük ölü”ye hürmeten o dönemde kepenklerini indirmiştir. Devrin şair ve yazarları, siyaset adamları ve tanınmış tanınmamış pek çok kişi Tarhan’ın ölümüyle ilgili intibalarını açıklama yarışına girer. Şair-i Âzam’ı yücelten ihtifaller düzenlenir, dönemin pek çok dergisi Abdülhak Hamid ile ilgili özel sayılar neşreder. Velhasıl, Abdülhak Hamid’in ölümü, biraz da edebiyat kanonunun ve devrin siyasi ricalinin yönlendirmesiyle “şaşaalı” bir hadiseye dönüşmüştür.
Abdülhak Hamid’in ölümü, uzun süre Türk edebiyat ve matbuat âleminde yankı bulmaya devam eder. Bu minvalde “Şair- i Âzam”ın ölümünden yaklaşık bir yıl sonra Adliye Vekili Şükrü Saraçoğlu’nun girişimiyle devrin milletvekillerine, şair ve yazarlarına bir mektup gönderilerek “merhum büyük şair Abdülhak Hamid”in yüksek şahsiyet ve hayatını tespit etmek için bir kitap hazırlandığı belirtilir. Mektup yazılan kişilerden ellerindeki belgeleri, mektupları, fotoğrafları birer yazı ile teslim etmeleri istenir. Devlet Arşivlerinde yer alan belgelerden, “özeldir” açıklamasıyla yüzlerce kişiye mektup yollandığı, bu mektuplara rağmen girişimin akîm kaldığı ve zikredilen kitabın yayımlanamadığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Devlet Arşivlerinin ilgili klasöründe, bu kitapla ilgili önemli yazışmalar kayıtlı hâlde bulunmaktadır.

Anılan kitapla ilgili mektup yazılan isimlerden biri de İbnülemin Mahmut Kemal İnal’dır. İlgili yazışmalar içerisinde en uzunu da -ki dört sayfadır- İbnülemin’e aittir. Yazışmalardan 21 Nisan 1938 tarihinde İbnülemin’e bir mektup yollandığı, fakat bu mektubun ulaşmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği tarafından 11/7/1938 tarihinde yazılan ikinci mektuba İbnülemin Mahmut Kemal İnal derhâl cevap vermiştir. Mektubun üzerinde şu cümleler yazmaktadır:
“Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğine 11/7/1938 tarihli ve 7950 numerolu mektubunuzu dün akşam aldım. Arzu buyurduğunuz yazıyı derhâl yazdım. Saygılarımla takdim ediyorum. Makinem ve kâtibim olmadığı içün kusura bakmayınız efendim. 21/7/1938
İbnülemin Mahmut Kemal İnal” İbnülemin’in Abdülhak Hamid ile ilgili mektubu aşağıda dikkatlere sunulan mektup Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi’nde 1174 -124-1 nolu klasörde yer almaktadır. Mektup Abdülhak Hamid Tarhan’ı yakından tanıyan bir ismin kaleminden çıkması bakımından önem arz etmektedir. İbnülemin, mektubunda Son Asır Türk Şairleri adlı kitabında Abdülhak Hamid ile ilgili değinmediği pek çok noktaya temas eder. Hayli ilginç anekdotlar içeren mektup, “Şair-i Âzam”ın hususi hayatına dair bilgiler sunmasının yanı sıra İbnülemin-Abdülhak Hamid dostluğunu vurgulaması bakımından da önemli bir vesika olarak karşımızda durmaktadır. Not: Bilindiği üzere İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın kendine has bir üslubu vardır. Bu sebeple mektup neşredilirken dil ve üslup özellikleri korunmuş, bu hususta herhangi bir tasarrufta bulunulmamıştır.
Abdülhak Hamid
Bir asra yaklaşan hayatı müddetince Abdülhak Hamid merhum hakkında o kadar çok söz söylenmiş, o kadar çok yazı yazılmıştır ki artık söyleyecek ve yazacak bir şey kalmamışdır.
Ben de “Son Asır Türk Şairleri” nde ne söylemek lazım gelirse söylemişdim. Hatta on bir yaşında Paris’de başlayarak ömrünün sonlarına kadar vazgeçmediği işi de -gendi arzusile- yazmışdım. Müsveddeleri göstererek “daha başka şeyler yazmak lazım mı?” dediğimde Hamid, “yazacak bir şey kalmamış” demişdi. Bu sebeple birkaç fıkra naklile iktifa edeceğim.
Ailelerimiz arasında bir asra yakın hukuk ve meveddet ve hakkımda merhumun, teveccüh ve muhabbeti olduğundan haricde bulundukça muhabere ederdik. İstanbul’da bulundukça buluşur, görüşürdük. Bayan Lüsiyen’e ve ekribasile eviddasına “yere geçsem, göğe çıksam beni ancak bu vefakâr dost arar, bulur, gamlı zamanlarımda enis-i can olur” derdi.
Süleyman Nazif merhum, bir gün ziyaretime geleceğini haber verince “ellerini öperim” der. Nazif “O, sizin hafidiniz yerindedir, ellerini öpmezsiniz, gözlerini öpersiniz” demesile Hamid “o faziletli âdemdir. Ben erbab-ı faziletin ellerini öpmekle iftihar ederim” diyerek gendi faziletini isbat etmişdir.
Pek nazik ve dilnevaz olduğundan o yaşda bazan ziyaretime gelirdi. Bir akşam yine gelmiş, beni evde bulamayınca -yanında bulunan- Lüsiyen, kart bırakmasını söylemiş. Hamid, “o, geceleri evinden başka yerde kalmaz, mutlaka gelecekdir, gelinceye kadar otomobilin içinde bekleyelim” demiş, epey müddet beklemişler.
Bir akşam üstü Sultan Mahmud türbesinin önünde tesadüf etdim. Fevkalade mühim bir işi varmış gibi telaşla otomobili durdurdu. İçindekilerden birini endirdi, beni içeriye sokdu. Konuşduk, sonra ben endim, otomobili yürütdü.
“Biz ailece çocuk tabiatındayız” derdi. Hakikaten öyle idi. Bazı hal ve kaline bakardım da seksen beş yaşında bir çocuk zan ederdim.
Son zamanlarında bir gün yanında bulunuyordum. Süt istedi, getirdiler. Kahve istedi, getirdiler. Reçel, peynir gibi şeyler istedi, getirdiler. Hiçbirini beğenmedi. Huysuz bir çocuk gibi söylendi, tepindi. Lüsiyen’in tahammülü kalmadı, elile bana işaret ederek “bu haller ihtiyarlıktan ileri geliyor” manasını ima etdi. Koca hassas şair, derhal intikal ederek kemali teessür ve infial ile “ihtiyar olduğumu biliyorum, başıma kalkmanın manası var mı?” tarzında serzenişlerde bulundu. İhtiyarlığı ima olunmaktan o kadar müteessir oldu ki -azarlanan çocuklar gibi- az kaldı ağlayacaktı. Lüsiyen, ne söyledise dinletemedi. Nihayet odasına çekilmeğe mecbur oldu.
Hamid, bir müddet sükûnunu muhafaza etdi. Sonra hizmetçiye “Hanımı çağır” dedi. Hizmetçi, gitti geldi. “Hanım yatmış, kapısı kapalı” dedi. Hamid, gitdi. Kapının önünde müsterhimane bir tavır ile “nazlım gelsene, çiçeğim, bana darılmak olur mu” diye söylendi söylendi. Kapıyı açtıramayınca meyusane döndü.
Bir gün, çok zamandan beri hizmetinde bulunan bir kadına “git, bana kadın getir” dedi. Hizmetçi, beğinin gösterdiği ca’li tavra inanarak “aman Bey, çok söylenme, hanımım duyar da beni haşlar. Ben, nereden kadın bulayım” dedi. İkisi de o sözleri tekrar etdiler. Vaktile bir İngiliz zevcesi, bir de gayet oynak metresi bulunduğundan bahsetmesile “hangi erkeğin ki metresi vardır, karısının da teresi vardır” dedim. Pek hoşuna gitdi.
Mütareke esnasında evimin ecnebi askerler tarafından cebren işgal ve kitaplarımla kıymetli eşyamın yağma edilmesinden dolayı maişetçe de müşkilata uğramışdım. O musibetli günlerden birinde Hamid ile bazı üdeba ile her şeyin behalılığından bahis ederken “sui halimizin, sui idaremizin neticesi olarak- vaktile okkasını yirmi paraya almak istemediğimiz kara baklayı şimdi yirmi otuz guruşa almağa mecbur oluyoruz” dedim. Hamid “hazret, baklayı ağzından çıkarma” dedi. Derhal “baklayı ağzımızdan çıkarmadığımız içindir ki baklanın okkası otuz guruşa çıkdı” cevabını verdim. Merhum, bu cevabı pek beğenerek aralıkda nakil ederdi.
Hamid’le muhterem bir zatın nezdinde bulunduğumuz sırada, kapağında babasının ismi mahkuk altun saati, satmak üzere bir antikacının mağazasına bırakarak ertesi gün üç kadın tarafından çalındığını söylemesile “babamızın yadigârını satmağa teşebbüs etdiğimiz içün çalındı. Kimler için satdığımız malum olduğundan “ceza, cinsi ameldendir” kaidesince yine onlar tarafından çalındı. Antikacı dükkânında bu kadar kıymetli eşya varken yalnız sizin saatin çalınması قیامالساعة kıyamüs saa: kıyamet saati] alaiminden sayılmağa layıkdır. Her ne ise o çalar saat miydi” dedim. Gayet tabii bir vazila “hayır, çalınan!” dedi. Bu muhatabadan gendi ve huzzaz zevkyab oldu.
Bir ramazan günü düyunu umumiye dairesinde tesadüf etdim. “Halil Nihad’ın odasına gidelim” dedi
“Namaz kılayım, gelirim” dedim. “Canım efendim, ramazanda namaz kılınır mı” dedi. Bu söze Nihad bayıldı.
Bir gün evinde kadın, erkek, şair, edib on kimse vardı. İçlerinde bulunan gayet esmer ve çirkin bir genç ademin huzuzı -daima güzel yüz görmek isteyen- Hamid’in huzuzunu ihlal ediyordu, hatta benim de. Hamid, bir münasibet yokken “canım efendim, habeşin başına gelen nedir” sualini -manalı bir tarzdairad etmesi üzerine “habeşin başına bir şey gelmedi, habeş bizim başımıza geldi” dedim. Pek mahzuz oldu. Garibdir ki huzzarın hiçbiri anlamadı.
Vefatından sonra zevcesinin yanında muhterem Bay Fadıl Ahmed ve birkaç bayan ile merhumun müddeti hayatında çekdiği gamlarden bahis olunurken dedim ki: “O müddeti hayatında üç şey çekdi: Birincisi mey, ikincisi sineye dilber, üçüncüsü mey ve dilber bulamadığı zamanlar -ah…”
Yaşı, doksana yaklaşan Abdülhak Hamid, cismen, ruhen letafet ve kuvvetini gayib etmedi. Onun dimdik yürüdüğünü arkadan görenler, henüz kırk yaşında zannederlerdi. Ya kuvve-i dimağiyesi… Elli yıl evvel nasıl suhulet ve letafet ile şiir söylerse son zamanlarında da söyleyebiliyordu. Elli yıl evvel geçen bir vakayı aynen nakil edebiliyordu.
Vefatından üç ay evvel sohbet esnasında birkaç dakika susduktan sonra irticalen sanih olduğunu söyleyerek şu beyti okumuştu:
“Bir ismi celal olsa gereg namı tabiat Âyatı ilahiyedir ilhamı tabiat.”
Zihnen, bedenen rahatsız olduğu zamanlarda da en ince nükteleri anlardı. Onunla konuşanlar, bir işaret, bir ilham ile maksadlarını tefhimde zahmet çekmezlerdi. Bir söz, ona iki defa söylenmezdi. Birinci söyleyişde mutlaka anlar, ne anladığını zarifane anlatırdı. Çocukluğumdan beri -ruhumu ve bedenini tırmalayan- şeylere münhemik olduğu halde böyle ya rahat dursaydı ne olacakdı?
Büyük kardeşi Nasuhi [Bey] Kulney’in “Tüdmür Harabeleri” 2 namındaki eserini terceme etmişdi. Hamid “benim ilk defa edebiyata heves edişime bu terceme sebeb olmuşdur. Onu okuya okuya edebiyat ile iştigal etmeğe başladım” demişdi
Hamid, sefarete tayin olunduğu sırada ağabeyi şu kıtayı söylemişdi:
“Hamid Begi ilahi / Kıldım sefiri Lahi Çaldı yine düğüği / Kapdı yine külahi”
“Son Asır Türk Şairleri”nde de söylediğim gibi her güzel şeyin şiir olmasına göre her şeyi güzel olan Abdülhah Hamid’e “şiiri mücessem” yahud “şiiri ziruh” demekle, her dürlü tavsifden daha müfid, daha beliğdir.
“Hak teala ruhunu şad eylesün.”
İbnülemin Mahmut Kemal İnal
[Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet Arşivi]
1 Abdülhak Hamid Tarhan’ın ölümü sonrasında yaşananlar hakkında daha fazla bilgi için bkz.: İsmail Alper Kumsar, “Vefa ile Siyasa Arasında: Abdülhak Hamid Tarhan’ın Ölümü ve Türk Edebiyatındaki Yansımaları”, Vefa Kitabı, (Ed. Emine Gürsoy Naskali), Kitabevi Yay., İst., s. 115-193.
2 İbnülemin Mahmut Kemal İnal, burada Volney’in Harabeler yahut Tedmür Harabeleri adlı kitabını kastetmektedir. (Haz.)