Evrak-ı Perişan Arasında 58: Nurettin Artam’ın Ankara Mektupları-I

Nurettin Artam
Nurettin Artam

Edebiyat tarihimizin unuttuğumuz simalarından biri olan Nurettin Artam, Ankara mektuplarında başkente dair müşahedelerini dile getirmiş ve önemli bir yazı dizisine imza atmıştır.

Ankara 1933.
Ankara 1933.

Edebiyatın pek çok türünde eserler veren ve matbuat hayatımızın önemli figürlerinden biri olan Nurettin Artam (1901-1958); edebiyat tarihimizin üzerinde çok az durduğu şahsiyetlerdendir. Münevver bir din adamı olan Şeyh Veli Mehmet Efendi ile Şerife Refia Hanım’ın oğlu olarak İstanbul Çengelköy’de dünyaya gelen Mehmet Nurettin Artam, Beylerbeyi Rüştiyesi’nin ardından İstanbul Sultanisinden mezun olmuştur.[1]“T. İ., Toplu İğne, M. N., Ar-Tam, Mehmet Nurettin, Yelkovan, Çuvaldız, Cımbız” gibi müstear isimlerle yüzlerce yazı kaleme alan Nurettin Artam’ın fırtınalı bir hayat hikâyesi vardır. 1918 yılında gönüllü olarak orduya katılan yazar, Şam’da esir düşer ve 1919-20 yıllarında Mısır’da esir hayatı yaşar. Esirken malarya hastalığına yakalanan ve Kahire’deki Abbasiye Hastanesinde tedavi gören Nurettin Artam, bu devreye ait hatıralarını Mısır Çöllerinde Türk Gençleri adlı yazı dizisinde anlatır.[2]

İstanbul ve Ankara’da çeşitli liselerde öğretmenlik yapan Artam, 1920’de Vakit gazetesinde çalışmaya başlamıştır. Zaman içinde Son Saat, Haber ve Son Posta gazetelerinde çalışan yazar, 1933 yılında Ankara’ya taşınır. Başkentte bulunduğu dönemde Yurt ve Ulus gazetelerinde yazılarını neşretmiştir. Ulus gazetesinde “Toplu İğne” müstearıyla yayımladığı yazılarıyla ünlenmiş ve bu gazetede ölümüne dek yazılarını yayımlamayı sürdürmüştür. 1938’e kadar Ankara’da Taş Mektep adıyla tanınan Ankara Erkek Lisesinde İngilizce ve edebiyat hocalığı yapan yazar, 1940-1950 yılları arasında Ankara Radyosu’nda “Radyo Gazetesi” adlı bir program hazırlayıp sunar. Nurettin Artam, 26 Ekim 1958’de Ankara’da ölmüştür.

Ankara edebî muhitinin önemli temsilcilerinden biri olan Nurettin Artam, edebiyat tarihimizin nevi şahsına münhasır şahsiyetlerindendir. Bir dönem Bâbıâli Yokuşu’nda, ardından da Ankara’da Rüzgârlı Sokak’ta yazılarıyla gündem yaratan Artam, Beylerbeyi’ndeki Havuzbaşı Tekkesi’nin son şeyhidir ve “Şeyh Nurettin” olarak tanınır. Edebiyat ve matbuat hayatına henüz rüştiye öğrencisiyken şiirler yazarak adım atan Nurettin Artam, 1910 yılında İzmir’de Ahenk gazetesinin düzenlediği şiir yarışmasında “Külâh-ı Mevlevî” adlı gazeliyle birincilik ödülünü kazanmıştır. İlk gençlik döneminde tasavvufî tarzla gazeller neşreden Nurettin Artam, 1918 yılından sonra hece ölçüsüyle şiirler yazmaya ve yayımlamaya başlar. İnci mecmuasında şiirlerini, Servet-i Fünun ile Vakit ve Son Saat gazetelerinde hikâyelerini çıkarmaya devam eder.

Nurettin Artam, 1918 yılından sonra hece ölçüsüyle şiirler yazmaya ve yayımlamaya başlar.
Nurettin Artam, 1918 yılından sonra hece ölçüsüyle şiirler yazmaya ve yayımlamaya başlar.

1928’de gerçekleştirdiği Londra-Tep seyahatinin notlarını Vakit gazetesinde tefrika eden Artam’ın şiirlerinde lirik ve mistik bir hava görülür. Bununla birlikte Nurettin Artam’ın edebiyat tarihimizde daha çok sade bir dil ve üslupla kaleme aldığı fıkralarıyla ön plana çıktığı söylenebilir. Şiirlerini Varım Yoğum (1933) ve Seccade (1946) adlı iki kitapta toplayan yazar; deneme, mensur şiir ve tercüme türünde pek çok esere imza atmıştır. Çok iyi derecede Arapça, Farsça ve İngilizce bilen yazar, özellikle İngilizceden pek çok eseri dilimize tercüme etmiştir. Nurettin Artam, kalender mizaçlı ve etrafındaki kimseler tarafından çokça sevilen bir isimdir. Nitekim Hakkı Süha Gezgin, yakından tanıdığı Nurettin Artam’ın portresini renkli cümlelerle çizmiştir:[3]

Bir dönem matbuat hayatımıza damgasını vuran isimlerden biri olan Nurettin Artam’ın eserleri zaman içinde bir bütün hâlinde neşredilmemiştir. Yazarın Vakit, Ulus, Son Saat gibi gazetelerin tozlu sayfaları arasında kalan yüzlerce yazısı vardır. Bu yazı dizileri içinde portreler yazılarıyla “Ankara’dan Gelişigüzel Mektuplar” başlığı altında yayımladığı metinler hayli dikkat çekicidir.

Nurettin Artam, 1933 yılında Vakit gazetesinde “Ankara’dan Gelişigüzel Mektuplar” başlığı altında toplam altı yazı neşretmiştir. Bu yazılardan ikisi,[4] “Ankara’dan Mektuplar” başlığıyla yayımlanmakla birlikte kadınlara dair meselelere eğilen fıkralar olduğu için bu yazıda değerlendirilmemiştir. Bununla birlikte Artam’ın diğer dört Ankara mektubu, başkentin tarihî, kültürel atmosferini aydınlatacak önemli ayrıntılar içermektedir.

Artam’ın Ankara mektuplarının ilki, “Büyük Bayramdan Önce ve Sonra Ankara” başlığını taşır ki yazar Ankara’ya geldiği günlerde karşılaştığı şehir manzarasını ayrıntılarıyla anlatır. Bilindiği üzere Nurettin Artam, 1933’te İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış ve ölünceye dek bu şehirde yaşamıştır. Ünlü Taş Mektepte İngilizce öğretmeni olarak göreve başlayan Artam, ilerleyen yıllarda Ulus gazetesinde ve çeşitli dergilerde yazılar neşretmiştir. Nurettin Artam, ölüm tarihi olan 28 Ekim 1958’e dek yakın arkadaşı Aka Gündüz ile birlikte Ankara edebî muhitinin önemli isimlerinden biri olmuştur.

İşte Ankara Mektupları’nın ilki olan “Büyük Bayramdan Önce ve Sonra Ankara”, Artam’ın Cumhuriyet’in 10. yılında başkentle ilgili gözlemlerini içeren önemli bir yazı olarak ön plana çıkar. Artam, yazısının satır aralarında dönemin ünlü edebiyat mahfillerini ve başkentin yeme-içme mekânları olan Karpiç, Şen Ankara, Lozan Palas Yıldız Lokantası, Malatya Kahvesi, Kızılırmak Kıraathanesi, İstanbul Pastanesi, Çiftlik Mağazası’nı anar.

Yazının satır aralarında Ankara’nın başkent seçilme sürecinde aydınlar arasında yaşanan ikircikli tutum da vurgulanır. Zira yazara göre o dönemde Anafartalar Caddesi’nde bir tanıdık bir tanıdığa “Ne zaman?” diye sorsa, bu soru “[Ankara’ya] Ne zaman geldin?” demek değil “[İstanbul’a] Ne zaman gideceksin?” demektir. Anlaşılan “Ankara”, Cumhuriyet’in ilanının ardından on yıl geçmesine rağmen hâlâ İstanbul’un gölgesindedir. Bu durum, Artam’ın yazısına da yansımaktadır. Ne var ki Artam’ın yazısında Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarının coşkunluğu da dile gelir. Başkentteki hemen herkes, hummalı bir coşkunluk içinde tasvir edilmiştir. “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” mısralarının hep bir ağızdan meşke başlandığı bu coşkunluk içinde üç şey ön plana çıkmaktadır: bayrak, ampul ve marş. Nurettin Artam, o dönemde başkentte bulunan ediplerin de bu üç şeyden dem vurduğunu belirtir.

“Büyük Bayramdan Önce ve Sonra Ankara” başlıklı yazıda dikkat çeken bir diğer husus, Artam’ın başkentin o dönemde yaşadığı konut sıkıntısına yaptığı göndermelerdir. Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamalarında oteller yetersiz kalmıştır ve şehir sakinlerinin evleri başka şehirlerden gelen misafirlerle dolup taşmıştır. Artam evlerde koltukların bile karyolaya dönüştüğünü, mutfaklara bile yatakların serilerek misafirlerin ağırlandığını belirtir. O, yazısının son bölümünde büyük bayramdan sonraki başkentin panoramasını çizer. Netice itibariyle “İstanbul’dan gelen sel, İstanbul’a dönmüştür ve Ankara’nın eski ve yeni kumları Ankara’da kalmıştır.”

Tabarin Bar, 13.1.1951, Ulus.
Tabarin Bar, 13.1.1951, Ulus.

Nurettin Artam bu yazının ardından kaleme aldığı üç Ankara mektubunda başkentin sosyal, kültürel tarihine dair gözlemlerini yazmayı sürdürür. Bu yazılardan ikincisinde dönemin ünlü edebiyat mahfili Tabarin Bar’a odaklanır. Yazar üçüncü yazısında Ankara’nın o dönemdeki kahvehane ve lokantalarına eğilir. Artam’ın son Ankara mektubu olan “Ankara’da Kar ve Ramazan”, başkentin 1930’lardaki sosyo-kültürel yapısına ilişkin bilgiler içermektedir.

Netice itibariyle edebiyat tarihimizin unuttuğumuz simalarından biri olan Nurettin Artam, Ankara mektuplarında -yaklaşık bir asır evvel- başkente dair müşahedelerini dile getirmiş, bu minvalde yakın dönem Ankara şehir tarihi çalışacaklar için önemli bir yazı dizisine imza atmıştır.

Ankara’dan Gelişigüzel Mektuplar 1: Büyük Bayramdan Önce ve Sonra Ankara...

Ankara’ya ayak bastığım zaman daha bayram değildi; fakat şehrin havasında elektrik ve şimşek gibi bir hareket vardı. Gecenin karanlığını ağartan ampul dizilerinde ve gündüzün gök rengini allaştıran bayrak demetlerinde o müjdeyi okuyordunuz:

“Büyük bayram geliyor!”

Fakat bayram gelmeden Ankara’ya kalabalık geldi. İstasyona giden bulvar, Karaoğlan’a çıkan yol ve bankalara ulaşan cadde gittikçe doluyordu.

Asfalt caddeleri yadırgayan İstanbullu iskarpinler her gün biraz daha birbirinin yakınından geçerek -kesesine göre- Karpiç’e, Şen Ankara’ya, Lozan Palas’a, Yıldız Lokantası’na yahut Malatya Kahvesine, Kızılırmak Kıraathanesine, İstanbul Pastanesi’ne, Çiftlik Mağazası’na gidiyordu. Öğle zamanlarında lokantaya vaktiyle girmemişseniz ceplerinizde para ve ağzınızda iştah olmasına rağmen caddede dakikalarca kolaçan vurmaya mecbur kalıyordunuz.

Şehirde bir gürültü, bir şapırtı, bir uğultudur gidiyordu. Eskiden bu caddelerde bir tanıdığa rasgeldiniz miydi, hemen şu sorgular karşısında kalırdınız:

“Maşallah, siz de buraya geldiniz mi?”

“Vay kardeşim, buraya mı geldin? Oh oh ne iyi..”

“Vekâlette bir işin var galiba?”

“İstanbul ne âlemde? ... Hanımı, … Bey’i gördüğün oluyor muydu?” vs. vs...

Halbuki bayramdan evvel gelen kalabalık birbirine bu sorguları sormadı.

Yerliler, her gördükleri yeni çehreyi bayramı geçirmek için ucuz navlundan [biletten] istifade ederek gelmiş bir misafir, yeni gelenler de her gördüklerini bayram yolcusu sandılar.

Onun için eğer bir tanıdık bir tanıdığa Anafartalar Caddesi’nde: “Ne zaman?” diye sormuşsa bu: “Ne zaman geldin?” demek değil; “Ne zaman gideceksin?” manasına gelmiştir.

Şehrin o günlerde içli dışlı bütün yaşayışında bir benzerlik göze çarpıyordu. Mesela fırka ile İş Bankası arasında arkadaşıyla konuşan bir mebusa kulak misafiri oluyordunuz; konuşurken diyordu ki:

“Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşı’nı bir türlü öğrenememiştim; bereket versin, evvelki akşam bizim küçük kız söyledi, söyledi, öğretti…”

Teklifsiz bir dostunuza gece yatısına gidiyordunuz. Akşamüzeri evine büyük bir paketle gelen ev sahibi, size teklif ediyordu:

“Kuzum, yemekten evvel bana yardım ediver de şu ampulleri takalım.”

“Şu çıtayı mıhlayıverir misin?”

“Şu lambaları birer birer muayene ediver kuzum, yanıp yanmadığını anlayalım.”

Ertesi sabah teklifsiz arkadaşınızın teklifleri devam ediyordu:

“Şu bayrağı direğe geçiriversene…”

“Balkonun üstüne çık da şu çivileri çakıver!”

Bir başka tanıdığa uğruyordunuz; daha kahve gelmeden gramofonun kapağı açılıyor, çoluk çocuk, kadın erkek ve siz hep bir ağızdan meşke başlıyordunuz:

“Çıktık açık alınla on yılda her savaştan…”

Ankara’nın bu hummalı coşkunluğu, bu her gün artan hareketi arasında daima duyulan ve görülen üç şey vardı: Bayrak, ampul ve marş. Meclis gazinosunda bilardo oynarken Hakkı Tarık Bey, Anadolu Kulübü’nde kendisine anlatılmış hikâyeleri nüktelerle süsleyerek anlatırken; Salâh Cimcoz Bey, Tabarin Bar’ında fokstrot oynarken, Sadri Ertem, Şen Ankara’da av hikâyelerini naklederken Aka Gündüz, daha ne bileyim yedisinden yetmişine kadar herkes, ama herkes bu üç şeyden dem vurmasın olmuyordu.

İstanbul Pastahanesi, 1933.
İstanbul Pastahanesi, 1933.

Misafirlikten bahsettim de hatırıma geldi. Bugünlerde Ankara’da ev sahibi olmadığıma şükrediyorum. Doktor Celâl Muhtar Bey’i hayretten hayrete düşüreceğini sandığım bu sevinç haksız değildir. Bayram haftası içinde burada bulunmalı ve bir ev sahibi olmalı da görmeliydiniz: Yağmurlu günlerde şemsiyeli tanıdıkların koluna girmeye can atanların birdenbire artan samimiyeti gibi burada da “Anneleri aynı ipte çamaşır kurutanlar” birden akraba kesildiler ve gece yatısına geldiler.

Öyle ev sahiplerine rasgeldim ki bayramdan iki gün evvel çoluğuyla çocuğuyla gece yatısına gelen sahici akrabasına kızara bozara şu yolda dert yanıyorlardı:

“Vallahi, ev tıklım tıklım dolu. Mutfağa bile yatak serdik. Evin koltuklarını bile eş dost -eksik olmasınlar- karyola haline koydular. Geceleri bir yatış yatıyor, sabahları bir uyanış uyanıyoruz ki sorma…”

*

**

Bayram ve tren tarifesindeki tenzilat [indirim] bittikten sonra İstanbul’dan gelen sel, İstanbul’a döndü.

Ankara’nın eski ve yeni kumları Ankara’dayız.

Sokaklardan itilmeden, kakılmadan geçebiliyor, lokantalarda ferah yer buluyor, otellere yatak sorsanız bayramdan evvelki nezaketle müspet cevap alabiliyorsunuz.

Lakin sizi sevindiren bu ferahlıktan otelci, lokantacı, kahveci memnun mudur orasını bilmem: Fakat sokakta sevine sevine yürüyen ve her tarafa gülümseyen vakti hali yerinde bir adama rasgelirseniz hükmedebilirsiniz ki bir ev sahibidir.

Toplu İğne, 15 İkinciteşrin [Kasım] 1933, Vakit, s. 6

Ankara’dan Gelişigüzel Mektuplar 2: Ankara’nın Tabarin Bar’ına Dair…

Abidin Daver’in “icabında başmakale yerine de konulabilsin” kaygusile yazdığı fıkralara galiba imrenen Felek, geçenlerde bir ahlâk kitabına geçebilecek ve bir Protestan kilisesinde okunabilecek bir fıkra yazmıştı: “Bar Tehlikesi” başlığını taşıyan bu hakimane yazıyı bilmem okudunuz mu? Galiba Felek’in Beyoğlu’nda oturduğu ev, oradaki barlardan birisine yakındır ve gece geç vakit, yatak odasına kadar gelen caz sesi, üstadın sinirlerini gıcıklamakta, bara girenlerin, hele çıkanların gürültüsü uykusunu kaçırmaktadır.

Anafartalar Caddesi.
Anafartalar Caddesi.

Felek’in bu ahlaki fıkrası kendi gazetesinde bir akis de yaptı. Gazete ve otomobil sahihi muharrirlerimizden Burhan Cahit Bey de bir fıkrayla davaya destek oldu. Yalnız, İstanbul Müftülüğüne, Diyanet İşleri Reisliğine dair bir yazı yazarken bile Piyer Benua’dan, Andre Morua’dan misal getirmesi beklenen bu asrî romancının “bar” hususunda en hoşuna giden mütalaa, eski bir müftü efendinin mütalaası oluyor. Geçen yıllardan birinde kendisine bar hakkındaki fikir ve mütalaasını sormak münasebetsizliğinde bulunan bir gazeteciye “'Efendim bara ne lüzum var; herkes barı kendi evinde yapsın” yollu cevap veren bu müftü efendiyi Burhan Cahit Bey pek beğenmiş. Aşağı yukarı, o da: “Evet, evlerimizde bar yapalım!” diyor.

Güzel ama, müftü efendi barın ne olduğunu bilmediği için, Burhan Cahit Bey de Köroğlu’nun geliriyle evinde tam bir bar sefahati yapabileceği için bu fikirde bulunuyor.

Bar dediğin caz ister, şarap ister, şampanya ister, dans edilecek büyük salon ister. Herkes bunları bulabilir mi?

Bu iki ahlaki fıkra bana ve birkaç arkadaşıma o kadar tesir edememiş olacak ki, bunları okuduktan bir müddet sonra Ankara’nın meşhur Tabarin Bar’ına gidiverdik.

Gittik, bir iki saat oturduk; içki içenleri, para harcayanları, dans edenleri ve kadınlarla önüne tül perde çekilmiş iki katlı localara çekilenleri, Amerikan barının önünde sarışın, kumral, buğday ve esmer renkli kızlara sevgisinden, visalinden bahsedenleri gördük ve duyduk. Çıktığımız zaman ne ahlakımızda bir bozukluk peyda oldu; ne kesemizde büyük bir boşluk hissettik. Şişesi doksan kuruşa satılan bira için purbuvarı ile birlikte birer lira verdik ki bu parayı meşhur iktisatçımız Fazıl Bey bile pek büyük bir meblağ saymaz sanırım.

Ulus Meydanı.
Ulus Meydanı.

Tabarin’den başka Ankara’nın bir iki barı daha varmış; yolumuz düşmedi, görmedik. Fakat Tabarin, Ankara’nın gazete hayatıyla alakadar olanların pek ayağı altında, Hâkimiyet-i Milliye’ye, resmî ilanlar bürosuna, Yurt gazetesi idarehanesine, Hakkı Tarık Bey’in evine sapan caddenin köşesindedir. Barın kapısından içeri girerken: “Felek’in kulakları çınlasın,” dedim, o barları yerin dibine geçirecek yazılar yazdı. Hâlbuki burası, o, daha bu yerlere düşman kesilmeden evvel yerin dibine geçmiş. Coğrafyası kuvvetli olanlar için her ne kadar bulunduğu mevki sizin Kayışdağı’ndan bile yüzlerce metre yüksekte bulunsa da Tabarin Bar’a burada beş altı basamak merdivenle iniliyor. Yani aşağı yukarı yerin dibindedir.

Bu basamakları inip paltonuzu vestiyere verdikten sonra eğer buranın acemisi iseniz bir an irkilir, daha çiviye yeni asılan paltonuzla şapkanızı alıp gerisi geriye çıkmak istersiniz. Çünkü kapının üzerinde “Davetiyesiz girilmez” levhası asılıdır. Bu levhanın üzerinizdeki tesirini anlayan vestiyer çırağı hemen yanınıza sokulur:

“Size göre değil efendim,” der, “bazıları pek sarhoş, pek kıyafetsiz ve boyun bağsız geliyorlar da onları içeriye sokmamak için bu levhayı astık.”

Bu kapıyı da geçtikten sonra bardasınız. Müşterilerin göze görünürleri dört köşe oturmuşlardır; ortada kalan dört köşe yerde de dans edilir.

Göze görünmeyen müşteriler locadadırlar. Onların bir müddet sonra sesini, kahkahasını, kısık bir sesle şarkı söylediğini, yahut da:

“Perihan Hanım’a bir şişe şarap daha getiriniz!”

“Mehmet, Nahide Hanım meyve istiyor!”

“Nüzhet Hanım’ın locasına bir şişe şampanya daha!” yollu seslendiğini duyarsınız.

Bu kendileri görünmeyip sesleri gelenler Tabarin Bar’ın bahtiyar müşterileridir. Onlar cazda fokstrot, tango, rumba, blak botom, vals başlayınca hemen yanlarındaki hanımı -eğer şampanya yahut şarap şişesi bitip hanım savuşmamışsa- dansa kaldırabilirler.

Oyun da bilmeseler, sarhoşlukla yalpa da vursalar, hanımların rengârenk iskarpinlerine de bassalar şişe bitinceye kadar hoş görülürler. Ayağına basılıp canı yanan bir artist nihayet “Ben bu hayata tahammül edemiyorum” diye içindeki sızıyı süsler püsler de öyle ağlar.

Cazda bir dans havası başlayınca pistin dört tarafında kendi kendilerine oturanları görmelisiniz. Bunların “angaje” edilmemiş kadınların toplu bulunduğu tarafa bir koşuşmaları var ki, ömürdür.

Bir an içinde beş on kişiyi yele tutulmuş yahut sel önünde sürükleniyor sanırsınız. Ümit ve neşeyle hepsinin yüzü güler. Eğer bu akıncılardan biri, ikisi biraz gecikir de gözüne kestirdiği kadını bir başkasına kaptırırsa o zaman bütün neşesi sönen, ümidi dağılan bu adamcağızın süklüm püklüm sümsük sümsük yerine bir dönüşü var ki, yürekler dağlar...

Buranın hanımları -kendi rivayetlerine göre- ilham perisi vazifesini de görürler. Mesela birisi çantasında genç şair … Bey tarafından kendisi için yazılmış altı yedi şiir bulunduğunu söyler. Birisi yanağındaki çukur için muharrir … Bey’in sekiz yüz sayfalık bir roman yazacağını anlatır.

İşte bizim Ankara’nın Tabarin Bar’ı budur. Daha fazla tafsilat isteyenler bayram günlerini burada geçiren Sadri Etem Bey’e müracaat etsinler.

Arada bir yolunuz düşerse girer burada bir iki saat vakit geçirir, sonra gider yatarsınız. Dört tarafı kafesi andıran bir eğlenti yerindeki gece kuşları daha iki buçuğa, polisin tayin ettiği bu kapanma saatine kadar orada eğlenecekler yahut eğlendik sanacaklardır.

[1] Nurettin Artam’ın hâl tercümesi ve hayatı hakkında bkz.: Türk Dili, “Artam'ın Hâl Tercümesi”, Türk Dili, C.VIII, S.87, 1958, s.155-156; Taner Ay, Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler 1, Ötüken Neşriyat, İst., 2021, s.231-242.

[2] Bu yazı dizisi çok yakın zamanda kitaplaşmıştır. Bkz.: Nurettin Artam, Mısır Çöllerinde Türk Gençleri, (Haz. Serkan Erdal), Ötüken Neşriyat, İst., 2023, 142 s.

[3] Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler, (Haz. Beşir Ayvazoğlu), Timaş Yay., İst., s. 213-214.

[4] Toplu İğne, “Ankara’dan Gelişigüzel Mektuplar, Kadın Ne Zaman Caziptir”, Vakit, 30 Birincikânun 1933, s.6; “Ankara’dan Gelişigüzel Mektuplar, İstanbul Kadınlarını Saran Yeni Bir Heves”, Vakit, 21 İkinciteşrin 1933, s.6.