Evrak-ı Perişan Arasında 57: Ahmet Muhip Dıranas’ın unutulmuş bir hikâyesi

Ahmet Muhip Dıranas’ın Ankara Erkek Lisesinde öğrenciyken Muhip Atalay müstearıyla neşrettiği “Yorgan”, şairin bir dönem hikâye üzerine yoğunlaştığını göstermesi bakımından önemlidir.

Periyodikler, Batı edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatında da şair ve yazarların edebiyat âlemine adım attıkları önemli yayınlar olarak karşımıza çıkar. Modern Türk edebiyatında pek çok şair ve yazar, eserlerini gazete veya dergilerde yayımlayarak edebiyat hayatına girmiş, edebî anlamda varlıklarını bu yayınlarda duyurmaya çalışmıştır. Bu sebeple edebî hadiseleri ve türlerin gelişimini izleyebildiğimiz, edebiyat topluluklarını bir bütün hâlinde görebildiğimiz, bazen de ediplerin kitaplarına girmemiş ve derlenmemiş metinleri ile karşılaşabildiğimiz süreli yayınlar; edebiyat araştırmaları açısından ayrı bir öneme sahiptir.
Hakkında hüküm verdiğimiz, bu hükümlerin de zaman içinde tekrar edile edile yerleştiği pek çok ismin “eksik/kayıp metinleri” süreli yayınlarda gömülü hâlde bulunmaktadır ki bu metinler keşfedilip bir bütün hâlinde neşredilmeden ilgili ediplerin biyografileri de eksik kalmaktadır. Bu durumun dikkat çekici örneklerinden biri modern Türk şiirinin önemli temsilcilerinden Ahmet Muhip Dıranas’ın biyografisinde karşımıza çıkar.
Birkaç yıl önce Ahmet Muhip’in Çiçek mecmuasında kalan edebî eserleri üzerine bir çalışma yapmış ve bu metinleri değerlendiren bir yazı yayımlamıştım.[1] Ne var ki Çiçek mecmuasının Atatürk Kitaplığında olmayan bir nüshası ile yakın zamanda Millî Kütüphanede karşılaştım. İşte bu yazıda Dıranas’ın aynı mecmuada yayımlanan başka bir hikâyesine dikkat çekmeye çalışacağım.

Çiçek, 17 Haziran 1926-15 Mart 1927 tarihleri arasında İstanbul’da toplam on dokuz sayı yayımlanan bir çocuk dergisidir ve dönemin diğer çocuk mecmualarında olduğu gibi çoğunlukla genç/çocuk okuyucuların metinlerine odaklanan bir yayındır. Mecmuada şiir, hikâye, piyes, masal gibi edebî türlerin yanı sıra çocukları eğitmek amacıyla “bilmeceler, karikatürler, adab-ı muaşeret ve faydalı bilgiler” bölümleri yer alır. Çiçek’te yayımlanan yazıların çoğu imzasız çıkmıştır. Derginin şair-yazar kadrosu içerisinde en dikkat çekici isim “Muhip Atalay” müstear ismiyle eserler neşreden Ahmet Muhip Dıranas’tır.
Denilebilir ki Dıranas, ilk kalem temrinlerinin büyük bir kısmını 1926-27 yılları arasında bu dergide neşretmiştir. Bu bakımdan “Muhip Atalay” müstearıyla yayımlanan beş hikâye ve iki şiir, edebiyat hayatının başlarındaki Ahmet Muhip’in portresini çözümlemeye yarayacak önemli ipuçları içermektedir.
Onun Ankara Erkek Lisesi’nde öğrenciyken neşrettiği bu ilk kalem denemeleri, şairin ilerleyen yıllarda edebiyatımızda kazandığı mevki ve edebî değer ölçütleri göz önüne alındığında çok estetik metinler olarak nitelendirilemez. Bununla birlikte bu metinler, Dıranas’ın edebiyat hayatına hikâye türü ile girdiğini göstermesi ve o dönemdeki ruh dünyasını aksettirmesi bakımından önem arz etmektedir.

Bu minvalde “Yorgan” adlı hikâye de Muhip Atalay imzalı diğer hikâyelerle benzerlik göstermektedir. Millî romantik bir bakış açısıyla kaleme alınan hikâyede yazar, diğer hikâyelerinde olduğu gibi ıstıraplar içinde kıvranan, hayata tutunmaya çalışan bir genç kızın hayatına eğilmiştir. Hikâyenin dikkat çekici özelliklerinden biri de devrin sosyo-kültürel yapısı ile eğitim hayatına dair ayrıntılar içermesidir.
Yorgan
Zavallı Nerime! Babasının hayalini bile hatırlamıyordu. Bütün akranları, bütün arkadaşları babalarıyla iftihar eder, babalarının yaptığı şeyleri gururla anlatırken o, öksüzlükten ziyade bilmemezliğin, tanımamazlığın acısıyla ağlardı. Babasını bütün varlığıyla tanımış olsaydı da ve şimdi şu an onu bir lahza, bir saniye bütün şahsiyeti, o hiçbir şeye değişmeyeceği çehreyi bütün hüviyeti ile bir an görebilseydi… Belki bütün meraretini unutacak ve “Oh, benim de babam var, benim de babam işte” diye haykıracaktı.

Çok zaman bu sızıyla, saçlarına tek tük kır düşen hicran yüzlü annesinin dizine oturur, onun soluk çehresine bakarak babasını, hayatında bir kerecik olsun göremediği babacığını sorar, bazen annesinin yanaklarından yuvarlanan yaşlara dalarak ince yüzünün bütün safiyeti [temizliği] ile sanki:
“Ben babasız doğmadım ya, elbet benim de bir babam var,” demek isterdi. Ve kadıncağız bunu anlamış gibi hemen ona uzun uzun babasının hüviyetini [görünüşünü], şeklini anlatmaya çalışırdı. Onun babasını da dünyayı cehennemden gelen bir yangın gibi kavuran Umumi Harp almış, birçok öksüzlerin babası gibi onu da bu harpte kaybetmişlerdi. Evvela Çanakkale’ye gitmişti. Orada vücudunu kayalara siper ederek kan, toprak, çamur içinde dövüşmüş, Kafkas’a sevk etmişler, orada çarpışmış, Kafkas’tan almışlar, çöllere atmışlardı. Çöllerde açlık, susuzluk içinde vatanı için, henüz doğmayan yavrusu için, perestiş ettiği [çok sevdiği] zevcesi ve namusu için ölümle göğüs göğse boğuşmuş ve nihayet [sonunda] zevcesini de çocuğunu da göremeden, hatta vatanın toprağından bile mahrum olarak çölün bir köşesinde bir bedevi Arap’ın kılıcı altında can vermişti.

Annesi bunları Nerime’ye anlatırken ağlıyor, artık bütün hayatının biricik yavrusu Nerime için olduğunu ve daima babasının hayaliyle yaşadığını bildiriyordu.
Onların zaten Allah’tan başka kimseleri yoktu, annesi dikiş dikmekle geçinmeye çalışıyordu. Hayatını böyle vakitsiz ve haddinden fazla harcayıp bitirdiği hâlde bile yine sandıkta, kıyıda köşede hiçbir şey kalmıyor, onlar da vakit vakit çarşıda satılıyordu.
Nerime, fakirliklerine, kimsesizliklerine rağmen çok çalışması lazım gelirken bilakis fevkalade tembel ve derslerine karşı lakayt [ilgisiz] bir çocuktu. Annesi bütün mevcudiyetiyle [varlığıyla] üstüne düşer, gece yarılarına kadar çalışarak onu bir an evvel sefaletten kurtarmak, tahsilden mahrum bırakmamak için didinirken Nerime’nin bilhassa mektebine lakayt bulunması onu üzüyordu. Ne annesinin tehditleri, nasihatleri, ricaları; ne muallimlerinin tedbirleri müessir [etkili] olmuyordu. Henüz on yaşındaki bir kızın bu kadar tembel olmasına herkes taaccüp ediyordu [şaşırıyordu]; Nerime tembeldi. Fakat asla hırçın ve şefkatsiz değildi. Annesi biraz hasta olsa başucunda oturup ağlamaya başlar, çok zaman annesine teselli verdiği olur, onunla ekseriya bir büyük adam gibi dertleşirdi.
***
O sene beşinci sınıfa geçecekti. Fakat bu biraz şüpheliydi. Hatta kendisi de korkuyordu. Muallimleri sınıfta kalacağını söylüyorlar, hiç olmazsa son yoklamada [sınavda] çok çalışmasını tavsiye ediyorlardı. O kadar gayret etti, o kadar niyet etti, fakat yine çalışmaya muvaffak olamadı. Nihayet o yoklama da geldi, geçti. Ve bir gün Nerime’nin eline o meşum akıbeti [uğursuz sonu] haber veren numero kâğıdı uzatıldı. Ne yapabilirdi? Hiç… Eve geldiği zaman annesini ağlıyor buldu. Bu felaket annesinin kalbine doğmuş muydu acaba? Zaten o günkü teessürle [üzüntüyle] beraber o da birdenbire annesinin kucağına kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Annesi solgun yüzüne dökülen kır saçlarını yanağında toplarken kendi teessürünü unutmuştu bile… Ve birden anne şefkatinin bütün sızısıyla bütün meraretiyle [acılığıyla] yavrusunu kollarından çekti, onun açık sarı saçlarını küçük küçük buselerle öpmeye başladı. Minder üstündeki dikişler yerlere dağılmıştı. Akşamın loşluğu içinde Nerime’yi kucağına aldı. Şimdi bu hüzünlü odada şu iki mevcudiyetten [varlıktan] başka hiçbir şey yok gibiydi. Hayatı bile unutmuşlar zannediyorlardı. Ve dikişleri çiğneyerek [önem vermeyerek] oturdular. O zaman anne kuvvetini kaybeden dudaklarıyla:
“Nerime, ne oldun kızım?” dedi.
Nerime şimdi bu şefkatle daha derin hıçkırıyor, titriyordu.
“Söyle niçin ağlıyorsun kızım?”
Sualine:
“Hiç anne, hiç… Hiçbir şey için” diye cevap veriyor ve dudakları titreyerek annesine bakıyordu.
“Ben ağlıyorum diye mi?”
Birden:
“Hayır anne, yalnız onun için değil, ben aynı zamanda sınıfta kaldım,” diyecekmiş gibi bir hareket yaptı. Fakat hemen başı aşağı düştü. Ve sadece:
“Evet,” diye mırıldandı.
Tekrar birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar. Bu arada bitişik komşudan tatlı ve ince bir keman sesi aksetti. Rus musikisinin en güzel ve en hazin bir parçasını “Askerin Ölümü”nü çalıyordu. İkisi de derin bir vecd içinde [kendinden geçmeyle] sarsıldılar. Akşamın koyu gölgeleri içinde zavallı şehit babanın hayalini görür oldular.

***
İki gün sonra Nerime bir arkadaşının evinde arkadaşıyla numero kâğıdındaki ibka [sınıfta kaldı] kelimesini silerek yerine terfi [geçti] kelimesini yazmaya uğraşıyordu. Bunu annesine gösterdiği zaman zavallı her şeyden bihaber kadın, kızının bu yalanına bütün safvetiyle [saflığıyla] inanarak onu alnından öptü.
***
Mektep zamanı gelmişti. Asıl felaket şimdi başlıyordu. Nerime üç ay tatili, bunu hiç düşünmeksizin, atlatmıştı. Şimdi ne yapacaktı. O zaman numero kâğıdındaki [karnesindeki] yazıyı değiştirerek işi atlatmak kolay olmuştu. Halbuki şimdi… Birden aklına güzel bir fikir geldi. Annesine yine her seneki gibi yeni kitaplar aldıracak ve sınıfı terfi etmiş gibi mektebine devam edecekti. Böyle olursa onun nereden haberi olacaktı. Gelecek seneye “Allah kerim” diyordu.
Bu sene beşinci sınıf olan, geçen seneki arkadaşlarından yeni beşinci sınıfın kitap listesini aldı ve bunları aynen kendi defterine yazarak annesine getirdi.
“İşte anne, bu sene bu kitapları okuyacağız,” dedi.
Kadıncağız evvela yavrusunu memnun ve müşfik [şefkatli bir şekilde] öptü, sonra listeyi okumaya başladı. Okudukça sarardı. Boğulur gibi oldu ve geçen seneye nispetle iki misli para lazım geldiğini görünce bunları alamamaktan, yavrusunu mektepten mahrum bırakmak şüphesinden mütevellit [kaynaklanan] bir azapla ezildi. Fakat tekrar, birden gözleri kamaştı. Biraz ferahlar gibi olarak:

“Peki yavrum, alırız, alırız,” dedi ve ertesi gün Nerime annesinin üstüne örttüğü yorganına -ki satılabilecek son eşya idi- temiz bir çarşaf kaplayarak paket yapıp çarşıya gittiğini gördü. Annesi geldiği vakit onun elinde ilk gördüğü kitapları oldu. Yorgan satılmıştı. Nerime’nin içinde ince bir azap karıncalanıyordu. Kitapları eline alırken birden annesinin ağladığını gördü. Kitapları tutan el gevşedi ve kitapları yere düşerek darmadağın oldu. O zaman son yorganını satan bu fedakâr kadına karşı yaptığı günahın azametini [büyüklüğünü] görür gibi oldu. Ve ansızın derin bir hıçkırıkla sarsılarak annesinin dizlerine kapandı:
“İstemiyorum, istemiyorum anne” diye inledi. Annesi şaşırmıştı.
“Ne oldun, neyi istemiyorsun?” diye kekeledi. Nerime, sonsuz hıçkırıkları arasında yine:
“İstemiyorum, istemiyorum, kitapları istemiyorum” diye haykırdı. Sonra tekrar boşandı:
“Git, anne git, yorganı getir, gece üşüyüp hasta olacaksın” dedi. Annesi Nerime’yi kucağına alırken küçük masum vicdanının her şeyden büyük olan azabıyla günahını itiraf ediyor ve:
“Anne, yemin ediyorum anneciğim, bilmediğim babamın canı için yemin ederim ki bundan sonra çalışacağım,” diyordu.
***
Nerime, bugün, o vaadini, bilmediği babasının ruhu için ettiği yemini tutuyordu, sınıfın en çalışkan talebesi oldu. Annesi yine gece yarılarına kadar dikiş dikiyor, onun saçlarına her gün ve her gece yeni bir kır düşmekte devam ediyor. Ufuktaki aydınlık sabahın yakın olduğunu haber veriyor. Karanlıkların eriyeceğini tebşir ediyor. Annesi o zaman dikiş dikmeyecek.. Hiç, hiç, hiç dikmeyecek…
Muhip Atalay imzasıyla, Çiçek, S.20, 1 Nisan 1927, s.169.
[1] Necati Tonga, “Ahmet Muhip Dıranas’ın Çiçek Mecmuası’nda Kalmış Eserleri Üzerine Bir İnceleme”, Edebî Eleştiri Dergisi, Takvîm-i Vekâyi’den 1928 Yılına Süreli Yayınlar ve Edebiyat Özel Sayısı, 2021, s. 20-44.