Düşmanına Dönüşmek: “İsrail” Yerleşimci Kolonyalizminin Amerikan ve Alman Kökenleri

Sosyal medyanın ortaya çıkışı, pek çok olumsuz ve yıkıcı etkisine rağmen, konvansiyonel medya araçlarının söylem tekelinin kırılması ve farklı seslerin terennüm edilmesi adına büyük bir mesafe kat edilmesini mümkün kıldı. Artık ekranlarımızda eskiye göre oldukça melez, eklektik ve hatta çelişkili söylemlere çok daha fazla maruz kalmaktayız. Artık, Colin Powell’ın elinde toz dolu bir plastik tüpü sallayarak Irak’ta kitle imha silahları olduğunu “kanıtlaması” misali, küresel çapta iktidara sahip olanların tek bir “büyük yalan”ı tekrar etmesindense taraflar pek çok küçük ve orta ölçekli iddiaları piyasaya sürmüşlerdir, kimi yalan kimi gerçek.

Bu bağlamda şahsen, en çok dikkatimi çeken sahnelerden biri, 7 Ekim mücahedesinin başlangıcından itibaren İzzeddin el Kassam Tugayları sözcüsü Ebu Ubeyde’nin çeşitli konuşmalarında Netanyahu ve avanesinden irhâbî, fâşî, nâzî (terörist, faşist, nazi) diye bahsetmesi ve “İsrail” işgal rejiminin “hasbara” adıyla bilinen sanal propaganda ordusunun da Filistin halkını sivil veya savaşçı ayırmaksızın bire bir aynı sıfatlara layık görmesidir. Bu iki çelişen iddianın içerisinden hangisinin doğru olduğu izahtan varestedir.
“İsrail” tarafının batıl iddiasını çürütmek adına, kimin tedhiş ve yıldırmayı toprak elde etme stratejisi olarak kullandığını ve kimin siyaset anlayışını, onu oluşturan tarihî ve sosyal zeminden tamamen uzaklaştırarak Alman yayılmacılığıyla paralel olarak kurguladığını anlamak, bu noktada azim bir vazife olarak karşımızda durur.
Orta Doğu’nun tek demokrasisi olma, meşru müdafaa hakkı, Nazizmin reddi söylemlerini öne çıkarmasına rağmen “İsrail”in yerleşimcilik pratikleri Amerikan ve Alman kolonyalizminin etkisindedir. Buyurun, bu meselenin nedenine ve nasılına yakından bakalım...
Amerikan yerleşimciliği: Vatansız bir halk için halkı zaten olan bir vatan
7 Ekim'de Aksa Tufanı patlak verdikten sonra birçok kişi Filistinliler ile Amerikan yerlileri arasındaki benzerliklere dikkat çekti. Her ne kadar tarihi açıdan nakısaları olan bir istiare olsa da, taraflar arasında inkâr edilemez farklılıklar olsa da her iki vaka ortak bir kökte buluşuyor: Amerikan serhaddi’nin oluşumuna dair tezler. Amerikan serhad toplumu ile ilgili en popüler tez Frederick Jackson Turner’a ait olup, bu tez özünü Amerikalıların bomboş ve “vahşi bir toprak kazanıp” (winning a wilderness) kendilerine vatan kıldığı fikrinden almaktadır.

Yeni Dünya’da kazanılan bu boş ve bakir topraklarda Eski Dünya’nın köhnemiş ve işe yaramaz kurumlarına yer yoktu. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’nde aristokrasi, toprak rejimi, iktidar aygıtı olarak kilise yahut üniter bir devlet gibi kurumlar yoktu. Bunun yerine, Kuzey Amerikalı yerleşimciler (pioneers) kendi yerleşimlerini (homestead) ve eski iktidar aygıtları olmaksızın tüm çiftçilerin eşit katılımına dayalı bir siyasi sistem kurdular. Vahşi Batı, yerleşimciler, maceracılar, girişimciler, petrol ve gümüş arayıcıları tarafından tedip edildi. Sonrasındaysa tanıdık bir manzara olarak, Doğu’da yer alan 12 Koloni’deki idari yapı buralarda da kök saldı ve Vahşi Batı tamamen ehlileştirildi. Batı’ya doğru yönelişin tarihi, (aynı zamanda bir tarihçi olan) Theodore Roosevelt tarafından iki ırk arasında süren “sonsuz ırk çatışmalarının tarihi” olarak yorumlandı.
Bu barbar ırkla savaşarak yayılıp kendisini eskisinden ayıran yeni bir dünya inşa etme çabaları, Manifest Destiny (Aşikâr Kader) fikrinin esasıdır. Bu fikir, Amerika Birleşik Devletleri’nin “Vahşi Batı’ya doğru genişlemek için ilahi bir hakkı ve vazifesi olduğunu savunur ve Amerikan sömürgeciliğini ilahi olarak emredilmiş bir girişim olarak tanımlar.


Alman kolonyalizmi: “Üstün ırk” için hayat alanı
Nazi Almanya’sının askerî doktrininde en dikkate şayan kavramlardan biri de “ağırlık merkezi” veya “odak” anlamına gelen schwerpunkttur. Türkçede Yıldırım Harbi olarak bildiğimiz Blitzkrieg Doktrini, düşman istihkamlarının “ağırlık merkezi”ni bulup sadece ona topyekûn olarak saldırmaya dayanıyordu, zira ağırlık merkezi yıkıldıktan sonra diğer unsurların ayakta kalması imkân dahilinde değildi. Bu doktrini söylem analizine uyarlarsak siyonist söylemin schwerpunktunun geçmişte Naziler tarafından yapılan katliamları vurgulamak ve siyonizmin tüm düşmanlarını Nazilerle eşitlemek olduğunu görürüz.

II. Dünya Savaşı’nda, Alman taarruzunun başlangıcı, sözde “hayat alanı” (lebensraum) ihtiyacı nedeniyle Polonya’nın işgaliydi. Alman coğrafyacı Friedrich Ratzel, bakış açısını dönemin Sosyal Darwinizm akımı ile uyumlu hâle getirerek lebensraum kavramını ortaya atan kişi oldu. Ratzel, milletlerin gelişebilmek için genişlemek zorunda olduğunu savunuyordu.
Alman kolonyalizminin bir diğer önemli unsuru da “Blut und Boden”dir (Kan ve Toprak). Bu kavram, bir toprak parçası ile bir halk arasında doğal bir bağ farz eder. Bu görüş, toprağın bir zenginlik ve iktidar kaynağı olduğu yönündeki tarihi anlayışla örtüşür ve lebensraum fikrine dayanır. Toprak güçtü ve serhad boylarındaki silahlı köylüler (wehrbauern) tarafından korunması gerekiyordu.
Wehrbauern'i daha iyi anlamak için Almanların volk (halk) sözcüğünden ne anladığını açıklamak gerekir. Jeostratejist Karl Haushofer’e göre halk ve toprak ayrılmaz bir bütündür ve devletin gücü nüfusunun büyüklüğüyle ölçülür. Toprağın insanları besleme ve hayatlarını sürdürme kapasitesi nedeniyle volk terimi de tıpkı boden ve lebensraum gibi Alman yayılmacılığına ve kolonyalizmine temel teşkil ediyordu.
Bu meseleyi tamamen kapsamak adına, Nazi dönemine ait uygulamalarının yanı sıra Alman İmparatorluğu dönemine ait unsurlardan da bahsetmek gerekir. Bizim bağlamımızda siyonist yerleşimcilik olgusuna taalluk eden şey machtpolitik kavramıdır. Bismarck tarafından ortaya atılan bu kavram, milletlerin çatışma ve saldırganlığı kendi iradelerini ifade eden ve milli ideallere ulaşmalarını sağlayan elzem bir araç olarak kullandıkları fikrini ifade etmektedir.

Amerikan ve Alman tecrübesinden “İsrail” ne öğrendi?
Amerikan kolonyalizmi ve Alman kolonyalizmi kavramlarını inceledikten sonra bunların “İsrail” yerleşimci kolonyalizmi üzerindeki yansımalarına da bakmamız gerekiyor. Siyonizm, bunca yıldır, tarih kitaplarında Filistin’in içinde yaşayan bir halkın bulunmadığı boş bir toprak olduğu ve yahudilerin burayı kendilerine yurt edinmeye geldikleri yönündeki hayali tezleri savunagelmiştir. Siyonistlerin “vatansız bir halk için halksız bir vatan” sloganı, bu süreçte yerlileri ortadan kaldırarak boş ve bakir bir toprak “kazanan” Amerikalı yerleşimcilerinkine benzer bir zihniyetin parlak bir örneğini sunmaktadır.
Siyonist hareket, tarihî referanslarla kutsal topraklara “dönüş”ü ilahi bir emir ve bir “kader” olarak anlamıştı. Bu düşünce tarzı siyonizmin restorasyonist kolunu en iyi şekilde açıklamaktadır ve ilhamını kısmen Manifest Destiny’den alır gibidir. Ancak, işlediğim kavramlar içinde yerine mükemmel şekilde oturan şey, bakir ve vahşi bir toprağın “evcilleştirilmesinden” kaynaklanan medeni, maddi ve ahlaki üstünlük sanrısıdır. Bu yanılsamanın somut bir örneğini siyonistlerin “Orta Doğu’daki tek demokrasi” iddiasında görebiliriz.

Siyonist söylem bütününe en çok hasarı veren, ağırlık merkezini en çok sarsan şey bunlardan ziyade Nazi Almanya’sından alınan mirastır. Lebensraum kavramı siyonist yerleşimcilikte merkezî bir role sahiptir. Zira, Çarlık Rusya’sından ve Nasyonal Sosyalist Almanya’dan kovulan yahudilerin, içinde yaşayacakları ve serpilecekleri yeni bir vatana (boden) ve “hayat alanı”na (lebensraum) ihtiyaçları vardı. Ve bu hayat alanı, bazı yahudilerin en son binlerce yıl önce kayda değer varlık gösterdikleri kadim Filistin topraklarından başkası olamazdı. Bu noktada, yahudilerle bağlantısı bin yıl önce zayıflayan Filistin’e yönelik ısrar, yahudi halkının bu topraklara “doğal olarak” bağlı olduğu inancıyla açıklanabilir. Yani, bu inancı “Blut und Boden”in bir türevi olarak görebiliriz.
Bu anlayış, halkın (volk) toprağı ve devleti ayakta tutan temel olarak formüle edilmesinden kaynaklanmaktadır. Siyonist yerleşimciliğin doğum hakkı başta olmak üzere dışarıdan nüfus çekme hamlesi, nüfus miktarını maksimuma çıkarmayı ve yerli nüfusu yok etmeyi amaçlıyor. Sık sık silah teşhir ederken gördüğümüz, yasa dışı yerleşimleri işgal eden silahlı siyonist yerleşimciler (ki wehrbauerne eşdeğerdir), tedhiş, yıldırma ve baskı ile bu amaca hizmet eder.

“İsrail”in devlet yapısının askeri güce dayanması ve başta Demir Kubbe olmak üzere en ileri askerî teknolojilerle güvence altına alınmış bir devlet olması sebebiyle, machtpolitik unsurunun rolü barizdir. “İsrail”in dış dünyaya uyguladığı gücün sadece askerî güç olmadığı, gücün farklı bir boyutu olarak, “İsrail”in başat siyasi aracının her zaman ekonomik, medyatik ve siyasi etki ağı olduğu açıktır. Eylemlerine bakıldığında, diplomasi araçlarının, uluslararası kural ve normların, uluslararası kuruluşların yetkilerinin Uluslararası Adalet Divanı ve UNRWA gibi kuruluşların mensuplarını terör yardakçısı sayan “İsrail”in siyasi alet çantasındaki en son şey olduğu, “İsrail”in tamamen hava kuvvetleri, tank filoları ve Amerikan himayesine yaslandığı ortadadır.
Sonuç
Yukarıda bahsedilen tüm yönlerden bakıldığında siyonist yerleşimciliğin söylemsel açıdan başlıca düşmanı olan Nazizm’den çok şey öğrenmiş olduğu ve hatta onun ters bir kopyasına dönüştüğü görülüyor. Elbette ki tek bir farkla, Hitler'in lebensraum ilan ettiği bölgelerde asırlar süren bir Alman varlığı vardı, siyonizmin kendini doğal olarak parçası saydığı yurt (boden) ve hayat alanı (lebensraum), yani Filistin, pek çok siyonistin on kuşak önce dahi adım atmadığı ve güneşinin altında bin faktörlü kremleri tenlerine boca etmeden bir saat geçiremeyeceği bir yerdi.

Bu noktada siyonist söylemin, siyonizme karşı çıkan herkesin yahudi karşıtı antisemitik bir Nazi olduğunu savunan schwerpunkt'unun, ağırlık noktasının tamamen çöktüğünü görüyoruz. Siyonizm, hayat alanı, üstün ırk, alt insan, “Blut und Boden”, silahlı yerleşimcilik (wehrbauern) gibi pek çok kavram ve olgunun bire bir kopya edilmesi hasebiyle, Nazizmin muhalifi değil, uygulamalarına bakılırsa Nazizm'in bir türevi, düşük kaliteli bir kopyasıdır. Çağın icaplarından ötürü otokratik yönetimden ve milli şeflik idesinden (Führerprinzip) arındırılmış, parlamenterleştirilmiş, kalitesiz bir kopya...
Otokratik liderlik, lider kültü ve Tönniesçi manada organik bir cemaat toplumu idealinin ortadan kalkması gibi sebeplerden dolayı bir faşizmden bahsedemeyiz elbet. Ancak diğer iki kalemde Ebu Ubeyde haklıydı: Onlar irhâbîler, çünkü korku, yıldırma ve baskı ile kuruyorlar yerleşimlerini, harbî olmayan, savunmasız kişilere saldırmayı bir siyaset yapma aracı olarak kullanıyorlar. Ve de Nâzîler, çünkü Nazizmin her tür yayılma tekniğini bir bir uyguluyorlar...