Dinin Feyzi Neresindedir? Ahmet Hamdi Akseki’nin Unutulmuş Bir Konuşması

II. Dünya Savaşı sonrası dünyada oluşan yeni koşullar, ülkeleri yeni siyasi ve toplumsal arayışlara yöneltmiştir. Bu arayışlar Türkiye’de de hissedilmiş; çeyrek asırlık inkılaplar döneminde benimsenen bazı söylem ve uygulamalarda kısmi de olsa bir yumuşama sürecine girilmiştir. Bu değişimin belirgin bir şekilde hissedildiği alanlardan bir tanesi de dinî alanlar olmuştur. Dünya savaşı sonrası Millî Şef döneminde dine karşı dil ve üslup bakımından bilinçli şekilde müsamahakâr bir tavır görülmüştür. Bunlardan birkaçını burada zikretmek süreci seyretmek bakımından faydalı olacaktır:
- 1944’te Ankara Kocatepe Camii ve 1945’te Şişli Camii için ilk cami yaptırma dernekleri açılmıştır.
- 1947’de İslamcılık düşüncesinin önde gelen isimlerinden Ahmet Hamdi Akseki Diyanet İşleri Başkanlığına getirilmiştir.
- 1947’de döviz kıtlığı sebep gösterilerek yasaklanan hac farizası yasağı kaldırılmıştır.
- 1949’da İslamcılık düşüncesinin eski öncülerinden olan Şemsettin Günaltay’ın CHP iktidarının başbakanı olmuştur.
- 1949’da İmam Hatip Kursları açılmıştır.
- 1950’de DP iktidarından önce, 1925’te kapanan türbelerden 19 tanesi ziyarete açılmıştır.[1]
Öyle ki CHP’nin 1947’deki kurultayında “Millî Hatip” Hamdullah Suphi Tanrıöver’in yaptığı konuşma bu süreci destekler niteliktedir:

Biz, İslâm harekâtımız sırasında ordularımıza el uzattık, yalnız bir müesseseye el uzatmadık, yakın tarihimizi almıyorum, en yakın ıslahat tarihimizi alıyorum. Medreseler bunun dışında kaldı. Acaba tababet ve ordumuz için yaptığımızı din teşkilatımız için de yapsaydık bunun meyvalarını almaz mı idik? Mutlaka alırdık.
Aziz arkadaşlarım; Avrupa’nın en eski üniversitelerini ele alalım. Sorbon’dan (Sorbonne) başlayarak -ki sekiz asırlık bir tarihe maliktir- Cembriç(Cambridge), Oksfort (Oxford) ve dokuz asırlık bir tarihe malik olan Almanya’daki Haydelberg (Heidelberg) üniversiteleri evvelce birer medrese idi. Bu medreseler harekette ön ayak olmuş, mütemadiyen ıslahat yapılarak bugünkü üniversiteler hâlini almıştır. Onlar, bugün, dünyanın gençlerini her taraftan çekerek tedrisat yapıyorlar.
Bizim tarihimizde de, bu medreselerin ıslahı yoluna gidilseydi, dokuz asırlık üniversitemiz var diye övünebilirdik. Ta Alp Arslan’dan başlayarak üniversitelerimiz, istihale ede ede, son zamana kadar ilmî hareketleri takip edebilseydi, bugün bu kabil olacaktı. Halbuki biz medreseleri kapattık, imam ve hatip mekteplerini kapattık.[2]
Tanrıöver’in bu konuşması, hem yeni bir zemin arayışlarını doğrulayan hem de çeyrek asırlık inkılaplar dönemini sorgulayan bir nitelik taşımaktadır. Türkiye’nin arayış içerisinde olduğu bir dönemde, Diyanet İşleri Başkanı M. Şerefeddin Yaltkaya’nın vefatı üzerine, Ahmet Hamdi Akseki reisliğe getirilmiştir. Akseki, Diyanet İşleri Reisliğinin kuruluşundan itibaren kurumun perde arkasındaki yönlendirici isimlerden biri olduğunu her zaman hissettirmiştir. Mesela 1925’te TBMM’de kabul edilen önergeyle hem Kur’ân tefsiri ve meâli hem de bir hadis kitabının tercümesi sürecinde Akseki’nin yönlendirici bir gücü olmuştur. Öyle ki dönemin iktidarına muhalif üç isme bu görevlerin verilmesini sağlamıştır (tefsir, Elmalılı Hamdi Efendi’ye; meâl, Mehmed Akif’e; hadis tercümesi ise Babanzâde Ahmed Naim’e verilmiştir). Cumhuriyet inkılaplarının bir uzantısı olan Türkçe İbadet projesine karşı, bu girişimin ne ilmî ne de dinî bir temele dayandığını tavizsiz bir şekilde dile getirerek kararlı bir duruş sergilemiştir.

Ahmet Hamdi Akseki, 1947 yılında göreve geldiğinde, Diyanet teşkilatında Ramazan ayına yönelik çeşitli hazırlıklar yapılmasını emretmiş ve bu doğrultuda tüm il ve ilçelere tamimler göndermiştir. Bu hazırlıklar kapsamında, Ankara’daki Hacı Bayram Veli Camii’nde bir konuşma yapmış, söz konusu konuşma dönemin gazete ve dergilerinde geniş yankı uyandırmıştır. Ayrıca, Ömer Rıza Doğrul’un yayımladığı Selâmet dergisinde konuşmanın tamamı yayımlanmış, aynı yıl içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasından da yirmi sayfalık küçük bir risale olarak H. 1366 (M. 1947) Yılı Ramazanı Şerif Münasebetiyle Dinî Bir Konuşma başlığıyla neşredilmiştir. Bu konuşma, Türkiye’nin hem çeyrek asırlık inkılaplar tecrübesi hem de II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan kısmî yumuşama dönemi açısından kıymetli ve yönlendirici bir metindir. Konuşmayı yapan kişinin Diyanet İşleri Başkanı olması, özellikle de Ahmet Hamdi Akseki’nin bu konuşmayı gerçekleştirmesi, metnin derinliğini ve seviyesini daha da artırmaktadır.
Akseki, konuşmasının hemen başında konuşmayı kendi konumundan dolayı değil de bir Müslüman olarak vazife gördüğünü açıklayarak başlamıştır:
Şunu hemen söylemeliyim ki: Bir Müslümanın dinde mevkii ne kadar yüksek olursa olsun, nispeten kendi mertebesinde bulunmayan dindaşlarına karşı vazifesi yalnız irşat ve nasihattir.
Halkın vicdanına tahakküm, itikadı üzerinde tasarruf hakkı, en yüksek din adamında, hatta Peygamber’de bile yoktur. Müslümanlıkta, dinî tahakküm ve sulta değil, sadece öğüt var. Hem Müslüman, yekdiğerini hakka, iyiye, hayır ve fazilete davet, kötülükten uzaklaştırıp selamete çıkarmak vazifesiyle mükelleftir. Bu ise muayyen bir makama, muayyen bir sınıfa değil, bütün Müslümanlara verilmiş bir selâhiyettir.

Dönemin inanç problemlerine de dikkat çeken Akseki, Kur’ân’ın verdiği bilgiler ile bilimin örtüştüğü noktasında herhangi bir şüphe olamayacağını her şeyin belli bir usul ve kanuna tabi olduğunu vurgulamaktadır:
Dindaşlarım! Kur’ân bize bildiriyor ki: Kâinat dediğimiz şu varlık âleminde rastgele olmuş, faydasız hiçbir şey yoktur. Her şey ince bir hesap üzerine yapılmış ve hepsi beşerin tekamülü gayesini istihdaf etmekte bulunmuştur; kâinatta her şey insan içindir. Kur’ân’ın bize talim eylediği bu mühim esas, ilmin de tespit eylediği bir gerçektir. Her hadisenin sabit bir kanun dairesinde ortaya çıktığına artık şüphe edilmemektedir.
(…)
Saf bir vicdan, selim bir akıl ancak böyle hükmeder. Temiz vicdanına, selim aklına müracaat edenler Allah’ı tasdik ve ikrar ile ona karşı ibadette bulunmanın gerçekten bir vazife olduğunu anlamakta güçlük çekmezler.
Konuşmanın ilerleyen kısımlarında Ramazan ve Oruç bahsine değinen Akseki, orucun gayesi ve faydası üzerinde durmuş, insanı ahlâkî olarak yücelten bir ibadet olduğuna değinmiştir:
Halbuki orucun farz olduğu âyetten anlaşıldığına göre oruç nefsiyle bir mücahede ve bu mücahedenin gayesi de nefsin ve ruhun tehzibi, fenalığa olan hırsların teskinidir. Şu hâlde oruç tutan kimsenin bu işine yalnız dünyada bile ruhi meleke ve kuvvetlerin terbiyesi, azim ve iradenin takviyesi, nefse hakimiyetin sağlanması, sabır ve sebat denilen ahlâkî faziletin elde edilmesi, şefkat ve teavün hislerinin inkişafı, fakirlerin ve muhtaçların hâllerini anlamak gibi birçok faydalar da sıralanmaktadır.
(…)
Fertleri böyle kuvvetli bir iradeye sahip, ahlâk ve maneviyatı temiz olup hep Allah’ın iradesine uygun bir şekilde yürüyen bir cemiyetin umumî ahlâkı, içtimaî nizamı mazbut olacağı şüphesizdir.

Merhum Akseki, dönemin ihtiyacının yalnızca ferdî bir gelişim değil içtimai bir yücelme olması gerektiğini konuşmasının diğer bölümlerinde de hassaten belirtmiştir. Yaşanan büyük dünya savaşının ardından toplumun karşı karşıya kaldığı yıkımın ve ortaya çıkan toplumsal enkazın kaldırılabilmesi için bireylerin tek başına değil toplumsal bir bütün olarak kalkınması gerektiğine dikkat çekmiştir. Savaşın yarattığı maddi ve manevi tahribatın telafisinin ancak ortak bir bilinç ve ruh içinde hareket edilerek mümkün olacağını dile getirmiştir. Toplumsal değerlerin yeniden inşası, ortak idealler etrafında birleşilmesi ve milletin ruhen ve bedenen güçlenmesi gerektiğini ifade etmiş, bunun temelinde ise din olduğunu vurgulamıştır:
Binaenaleyh, bu vazifeleri yapmakla hem Allah’ın rızasını kendimize çekmiş hem ahlâkımızın yükselmesine çalışmış hem de cemiyetin ahenk ve düzeninin en güzel bir şekilde devam etmesine hizmet etmiş oluruz.

Konuşmasının birçok noktasında Müslümanların içinde bulunduğu duruma da dikkat çeken Akseki, bu durumun sorumlusunun İslam değil, bilakis Müslümanların ahlaki seviyelerinin düşüklüğü olduğunu ifade etmektedir. İbadet ve ahlâk arasındaki münasebetin yadsınamayacak derecede bitişik olduğunu, Müslümanlığın ne kuru bir itikat ne de ruhsuz bir şekil olduğunu dile getirmiştir:
Bugün Müslüman olduklarını söyleyen milyonların çoğunluğunda cehalet, esaret, gerilik, tembellik gibi birtakım ahlâksızlıklar görülüyorsa bunların sebebi Müslümanlık değil, belki Müslümanlığı ihmal ve onu kuru bir itikat ve ruhsuz bir şekil telakki etmeleri ve Müslümanlığın o ruhlar ve vicdanlar üzerinde bir tesiri, bir hakimiyeti kalmamış olmasıdır.
(…)
Evvela düşün ondan sonra inan diyen, ilmi, kadın-erkek her Müslümana farz kılana, zamanın maddi kuvveti ne ise onu her hâlde elde etmesini kesin olarak emreden bir dinin sahipleri gerilemiş ve inhitata doğru sürüklenmiş ise bunda dinin ne kusuru var?
Konuşmasının sonlarına doğru vatanseverlik, adalet, doğruluk ve zekât gibi daha çok toplumsal meseleleri ele alan Akseki, Müslümanların bu konularda daha etkin ve duyarlı olmaları gerektiğini vurgulamıştır. Devleti ve milleti sevmenin bir sorumluluk olduğunu belirterek, bunun hem Kur’an-ı Kerim’de hem de Peygamber Efendimizin hadislerinde açıkça yer aldığını ifade etmiştir:

Vatan bir küldür, onu sevmek demek onun her şeyini sevmek demektir. Binaenaleyh memleket vazifelerini ihmal eden; memlekette çıkan, memlekette yetişen şeyleri hakir gören tam bir vatansever değildir. Bu vatanın en ehemmiyetsiz bir şeyi bile, bu vatanın olduğu için, nazarımızda en yüksek bir kıymet ifade etmektedir.

Akseki’nin bu konuşması ve nihai olarak hitama erdirdiği yer, günün şartları ve ihtiyaçları bakımından müspet bir yerde durmaktadır. 1951’deki vefatına kadar Diyanet’in farklı kademelerindeki vazifelerinde onu diğerlerinden sıyıran taraf da belki bu olmuştur. Onun kurucu ve yönlendirici vasfı, yayımladığı eserler, aldığı kararlar, en zorlu ve sıkıntılı süreçlerde bile ara bir yol ve çözüm arayışı, yukarıdan gelebilecek baskıyı bir nebze olsun hafifletebilmiştir. Üslubu, ilmî derinliği, karakter ve şahsiyeti; bugün bir din adamında aradığımız mütenevvi kişilik onun zatında vücut bulmuştur. Bu yazıyı Ahmet Hamdi Akseki’nin konuşmasının sonundaki dua ile bitirelim:
Duaların kabul olunduğu bu mübarek ayda memleketimizin, milletimizin, Müslümanların yükselmesine ve bütün insanlık âleminin ıstıraptan kurtularak bir an evvel selamete ve ferahlığa kavuşmasına ihlâs ile ve yürekten dua edelim.
Biz vazifemizi elimizden geldiği kadar yapmakla mükellefiz. Tesir, tevfik ve hidayet yalnız Allah’tandır.
[1] İsmail Kara, “Türk Usulü Laiklik Türkiye'yi Taşıma Kapasitesine Sahip mi?”, İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet, (İstanbul: Bilgi Yayınları, 2024), 567.
[2] CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, b.y.y., Ankara, 1948.