Deniz Üstü Köpürür

Napoli-Katanya arasındaki feribot seferlerini düzenleyen TTT Lines firmasından aldığım biletimle gece yarısına doğru Napoli limanındayım. İtalya haritalarında, çizmenin tam ucundaki meşin yuvarlak gibi duran Akdeniz’in ağır abisi Sicilya’ya doğru ilk seyahatim bu. Uçakla gitmeyi deneyebilirdim ama fırtına havasında Akdeniz’i yararak ilerleyen dev bir feribotun sırt çantalı yolcusuydum artık. Bu iyi. Zaten ne o gün ne de daha sonra denizin üzerinde yol almaktan hiç vazgeçmedim. Mesafeyi uzatsa bile su yolunu takip ederek varmayı tercih etmenin, yolun kendisine bir güzellik atfetmekle ilgisinin olduğu ortada. O güzelliğin peşindeyim galiba. Yolculuk, varmak’tan güzel çünkü.

Varmak neden tek başına yetmiyor bize peki? Birçok başka, ''daha hızlı'' alternatif ulaşım aracı varken iş çıkışı mutlaka o vapur yolcuğunu yaptığını, günün bütün yorgunluğunu bu şekilde attığını söyleyen arkadaşımın anlattığı hâl’i tanıyorum. Eve bir de böyle dönelim o hâlde. Suya bakanın huzur ve sekinet bulduğunu yüzyıllardır biliyoruz. Ama bizzat vapurun, feribotun ruhunda olan başka’lığın ayrıntıları da mühim. Uykulu ninnilerin eşlik ettiği hafif sallantılarla kışın korunaklı cam kenarında, yazın püfür püfür esen güvertenin huzurunda uzaklara doğru gözlerini yatırarak, “kendine kalmak”. Bunun terapi olmadığını kim söyleyebilir ki?
Napoli limanından yola çıkmış, gecenin karanlığında ağır ağır, parmak uçlarına basarcasına yol alan, haşmetli gövdesine çarpan dalgaları pek umursamayan jilet fabrikası büyüklüğündeki feribotun içinde, yüzen ada’nın sakinleri gibi güvenli mesafeden fırtınayı izliyorduk. Kıyılarımıza vuran dalgalar ile yıldızlı gökyüzü arasında çok uzak sayılmayacak bağlar olmalıydı. Akdeniz o gece bizi buna ikna etmeye hazırdı. Misafir salonunda her milletten insanla, aynı anda sallanıp, aynı denize inanıp, prize yakın “kurtarılmış bölgeler”i paylaşıyorduk. Artık yasaklansa da geminin kuytu köşesinde bir yolunu bulup yaktığımız sigaranın ucunda denizle dertleşmenin uzun anlamları saklıydı. Ay ışığını izleyip, güverteye sıçramakta zorlanmayan tuzlu suların tadına bakarak, gecenin sonuna yolculuklar biriktirirken, son durağımız yine; zaman ve insan. Elbette aklımızda açık denizlere yelken açan ejder başlı uzun-dar Viking tekneleri, okyanuslar aşarken sulara gömülen keşif gemileri, azgın dalgalarla boğuşan ticaret kalyonları var. Gece ile deniz aynı anda ne kadar gizemli ve ne kadar tehlikeli.
Napoli’den Bozcaada’ya, Anakara’dan adaya
12 saatlik, yarı uykulu, çok kahveli deniz yolculuğunun -aynı diğer uzun yolculuklar gibi- en tuhaf tarafı yine bittiği an’a, yani karanın göründüğü o nihayete mühürleniyordu. Kara görünüyor, hayat başlıyor, mavi geride kalıyordu. Limana yanaşan gemiyi terk edip, iskeleyi adımlayarak, bir dünyadan başka bir dünyaya geçer gibi anakara’ya ayak basan, sallanmaktan yarı sarhoş hâldeki o yorgun yolcuları çok yakından “görüyorum” aslında. Napoli’den Bozcaada’ya, “deniz üstü köpürür hikâyeleri” bunlar. Uzun yıllardır denizin ortasında tek başına olma duygusuyla birlikte yaşıyorum. Tek başına değilim elbette, koca bir toprak parçasıyla aynı cephede karşı kıyıların ışıklarını seyrediyoruz. Yegâne ulaşım aracının feribot olduğu, mecburi istikamette seyreden bir aşk. Adadan anakaraya, anakaradan adaya.

İnsan ne düşünür denizin üzerinde? Ne murat eder dalgalar kıyısına vurduğunda? Soğuk kış günlerinde, alternatifi olmayan ilk sabah feribotuna yetişmek için hızla ada iskelesine yürüyen yaya yolcuların aklında, iç kısımda oturup sıcak peteğe dizini ya da başını yaslamaktan başka bir şey olmaz genelde. Feribot sıklıkla lodos beşiğine döner zaten, camlar ya deniz suyuyla ya da yağmur damlalarıyla yıkanırken, elinizdeki sıcak çayı avuçlarınızda sıkarak önce rüzgâr uğultularına, ardından dışarıda kopan hırçın fırtınaya karışırsınız. Nihayet sislerin içinden geçerek iskeleye yanaşır dev lodos beşiği, kapalı yolcu salonundan dışarıya adım atmak istemez hiç kimse. Her adımda koşarak fırtınaya karışırlar sonra hep birlikte.
Deniz havası’ndan iyileştiren manzaralara
Doktor reçetelerine bile yazılmışlığı vardır, evet deniz havası iyi gelir insana. Ama bu havayı bir vapurda solumak şartıyla belki. Denize en yakışan hâliyle yani. Kendine ait kültürleri, hoş görülecek tantanaları, özgün ruhunu yansıtan bazı hususiyetleri vardır bu taşıtların. İçerdeki atmosferin seyre hazır doğası, mekânın geniş alan kullanımına müsait olması ve toleranslı yolcu profilinin varlığı, her seferinde daha “eğlenceli” yapar bu yolculukları. Vapurlardaki yara bandı, limon sıkacağı, bıçak seti gibi tuhaf eşyalar satan adamların tekerlemelerle süslü sözlerine eşlik eden üstün pazarlama teknikleri, sihirbazlık gösterisi misali ilgiyle izlenir, mizansenlerle anlatılan şey plastik meyve sıkacağı değil de her eve lazım bir uzay aracıdır sanki, aya gideceğine inandırabilir seni o pazarlamacı. Sonra birdenbire kemanı ağlatan o adam çıkar ortaya mesela, çay tepsisinden bir bardak çay düşer önüne, martılara simit atmak için yarışılırken, manzaraya doğru bütün dertler savrulur. Maviliklerin ortasında her şeyden uzaklaşmış olmanın güzelliği sarar ruhunu, uçsuz bucaksız sayarsın durduğun yeri.


Deniz havası iyi gelir insana, daha iskeleden başlarsın o iyi’ye, iyileşmeye. İskeleler, havaalanları gibi konforu, istasyonlar gibi gurbeti ya da otogarlar gibi ayrılığı simgelemezler. Daha kendine özgü, biraz maceraperest, rüzgârla karışık uçarı özgürlüğü ve çok değerli bir yalnızlığı anlatırlar sanki. Metronun şehirli yeraltı rutininden, otobüsün nefes aldırmayan kalabalığından, dolmuşun sarsıntılı telaşından uzakta, kendi kaosuna bağlı bir sakinlikle örülmüş yaşamaya değer, güzel zamanlar. Deniz ulaşım araçları, yolcularını toplu olarak taşısa da tekil olarak var olabilmelerine imkân tanır, düşünmelerine fırsat verir mesela. İzmir’deki körfez vapurlarının gediklisi şair Attila İlhan, her sabah 8.45’te Karşıyaka’dan kalkan o tenha vapura binip Pasaport iskelesinde indikten sonra, rıhtım üzerinden Konak-Nadir Nadi Caddesi’ndeki çalıştığı gazete binasına doğru yürüyerek hitama erdirdiği ölümsüz rutininde kim bilir ne buzkıran imgeler büyütmüştür zihninde.
Mahur Beste şiirini o 8.45 vapurunda yazdığını, Müjgan’la (kirpikleri) ağlayışlarını Ege’nin çalkantılı maviliğine bağışladığını biliyoruz. Yıllar önce Haliç tersanesinde sökülmek üzere olan ömrünü tamamlamış bir vapura bakıp Cinayet Saati’ni yazmış bir şairden bahsediyoruz; “Haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi / Demirlemişti, eli kolu bağlıydı, ağlıyordu / Dört bıçak çekip vurdular dört kişi.” Aynı saatte kalkan Sait Faik’in vapurundaki adamın Attila İlhan’la selamlaştığını varsayabiliriz mesela; “8:45 vapuru iskeleden kalktıktan sonra, uzak şimşekler yakınlaşmaya başlamıştı. Anadolu sahili bir ara gözden kayboluverdi. Yağmur, projektörün önünde, birtakım hendese-i musattaha şekilleriyle beyaz ve keskin kaynaştı. Kanepede üstüne başına yağmur sıçrayan, uzak ve puslu ışıkların yandığı evleri düşündüğü pek anlaşılan bir adam, yerinden bir iskeleyi kaçırıyormuş gibi aceleyle kalktı.”

Suhuletle aşmak mavilikleri
Gece yarısına doğru Napoli limanındayım evet. Hava buz gibi. Akdeniz’e bestelenmiş tanıdık bir şarkıyı duyuyorum. Zapata isimli küçük tekneme siyah kurukafalı korsan bayrağını çekip, dümeni sonsuz maviliklere kırdığımdan beri denizin üzerinde olmanın esrarını çözmeye çalışıyorum. Beş yıldızlı ''konfor'' satan Cruise gemilerinde bile, yolcuların tercih sebebi olarak anlaşılabilecek, denizle kurulan (daha boyutsuz olsa da) o ilişki biçimini görmek mümkün. Belki biraz tarihin derinliklerine demir atmak işimize yarayabilir. Rahatlık, kolaylık anlamına gelen adını, şair Namık Kemal’in koyduğu Suhulet, dünyanın ilk arabalı vapuru unvanıyla Üsküdar-Kabataş seferini gerçekleştirdiğinde yıl 1872’ydi. Günümüz feribotlarının atası sayılan, ahşap gövdeli, buhar motorlu, yandan çarklı Suhulet, kayıkçıların, mavnacıların direnişine rağmen 58 yıl boyunca Boğaz’ın iki yakasını bir araya getirerek İstanbul halkına modern taşımacılık hizmeti vermişti. 1961 yılında, 91 yaşındayken jilet olmaya azmeden, denizcilik tarihinin bu önemli mirası, zorunlulukla başlayan denizler üstündeki toplu taşı(n)ma maceramızın ilerleyen yıllarda tercih sebebi olmaya giden daimi bir aşka evirildiğini gösteriyor bize. Suhuletle aşmayı seviyoruz yolları, denizi kullanarak mesela.

Sayfalarında, vapurların düdük seslerinin duyulduğu, hatta hiç durmaksızın yankılandığı o romandan, yani Tanpınar’ın Huzur’undan bir parçayla bitirebiliriz; “Vapur hıncahınçtı. Şehirdeki işlerinden dönen küçük memurlar, gezmelerden, uzak plajlardan gelenler, genç mektepliler, zabitler, ihtiyar hanımlar, hayatlarının üzüntüsü, günün yorgunluğu yüzlerinden akan bir yığın insan güvertede, bilerek bilmeyerek kendilerini bu akşam saatine teslim etmişe benziyorlardı. O bütün başları Hayyam'ın anlattığı testici gibi eline alıyor, içten ve dıştan işliyor, çizgilerini değiştiriyor, boyuyor, vernik, cilâ sürüyor, gözleri dalgın, dudakları daha yumuşak yapıyor, gözlere hasretten, ümitten yepyeni ışıklar koyuyordu. Herkes bu aydınlığın ortasına kendisi olarak geliyor; fakat bir sihrin ortasına düşmüş gibi, onun değişmeleriyle değişiyordu. Bazen bir kalabalıktan biraz fazla gürültülü bir kahkaha yükseliyor, uzakta, tâ başta, yalı çocukları ağız çalgıları çalıyorlar, tecrübesiz seslerle şarkı söylüyorlar, beraber yolculuk yapmaya alışmış olanlar birbirlerini çağırıyorlardı. Fakat bunlar pek az sürüyordu. Bir nevi bekleyişe benzeyen sessizlik yeniden sonsuz yapraklı ağacıyla büyüyor, hepsini örtüyordu.”
