Bir kalbi yokmuş gibi yaşamak

Gençler okul bitirmiyor, bir işte sebat etmiyor, evlenmiyor, evlense de çocuk yapmıyorlar; sayısız kaygı cümlesinin hülasası bu. Oysa, okul ve evlilik gibi konular, gençliğe sunduğumuz hayat açısından konuşulmalı önce ve er geç okul bitirilse bile nasıl sevilecek bir işe ulaşılabileceği de... Kiralar ateş pahası, ele geçen maaş çekirdek ailenin en temel ihtiyaçlarını karşılamayacak gibiyse, gençler de evlilik hayatında bile ergenlik çağını uzatmanın yoluna bakıyorlar.
Fıtrata aykırı bir gidişatın olumlu yanlarından söz etmek faydasız bir iyimserlik gerektiriyor. Kreşten itibaren yarış atı gibi koşturulmaya tabi tutulmuş bahtsızlardan söz ediyoruz. Tutuldukları rekabet ortamlarında bir kalbi yokmuş gibi yaşamayı öğreniyorlar, kalbi mekanik bir aygıt gibi kullanmayı gerektiren kulvarlarda yarıştırılıyorlar.

Bu zor geçiş dönemi edebiyata henüz layıkıyla yansımış değil. ‘‘İşçi yorgun, bayramını kutlayamaz,’’ der ya Ranciere, Filozof ve Yoksulları’nda… Yarış yorgunluğu içindeki gençler de nadiren yazabiliyor olmalı ruh hâllerini, çok isteseler bile. Vahşi kapitalizm Neoliberalizm kisvesiyle, ‘‘yaşamanın hiçbir hak bahşetmediğini, hukukun yalnızca insan kendi yaşamıyla ne yarattıysa onu koruyacağını’’ (Foucault) bas bas bağırıyor her köşeden. Olgu o kadar dehşetli ki başına gelenleri yazmak üzere bir adım geriye çekilmek, düşmeyi de getirebilir. Bazen bir zamanlar yarış atı muamelesi görmüş genç kaleme alır bir yüreği yokmuş gibi muamele görmenin sızılarını, bazen kavrayışlı bir anne, bazen hisleri ölmemiş emekli bir öğretmen.
Rukiye Saran Aydın, 2024 basımı ve kitapla aynı adı taşıyan ‘‘Belibükükle Mezartaşı’’ başlıklı öyküsünde, yaşanmakta olan bu tuhaf durumu çarpıcı bir şekilde tasvir ediyor:
Bu öyküde öğrenciye bindirilen yük ‘‘mezartaşı’’, okul veya dershane ise ‘‘mezartaşıhane’’ olarak adlandırılıyor. Anlatıcının çantasına zor şer sığdırdığı bin sayfalık mezartaşını satın almasıyla başlıyor metin. Gelgelelim dimdik vücudu taşı yerleştirdiği çantayı sırtına alıp da iki adım atar atmaz vav gibi eğilmeye başlıyor kahramanımız, öyle ki yerle arasındaki doksan derecelik mesafe kırk beş dereceye düşüyor. Mezartaşıhaneden sokağa çıkar çıkmaz, dimdik iskeletleriyle yürüyenleri fark ettiğinde ise kaygılanıyor, sorular üşüşüyor beynine: Farkına varmadan yaşlanmış mıydı, yaşlıların dediği şekilde, ömrü, göz açıp kapayıncaya kadar bir süreliğine yaşanıp da tamama mı ermişti? Etrafındaki ak saçlılar dahi dimdik yürürken ne olmuştu da bükülüvermişti beli?
Öyle ya, sırtına aldığı ağır mı ağır mezartaşı olmalıydı sebep. Bin sayfasıyla, içinde kainatı barındırma iddiası taşımıyor muydu zaten? Katlanılacak bir ağırlık değildi belini büken, ancak belki kader arkadaşlarına bakarak teselli bulabilirlerdi. İleride, gerekli bütün belgeler hak edildikten sonra düzelir miydi o bükük beller... Çeşitli operasyonlar fayda sağlayabilirdi de, o ağırlığın yüreklerde ve bilinçlerde bıraktığı izler nasıl giderilirdi? Verilecek cevap dünden hazır: Terapi. Dünya depresyon geçiriyor, insan nasıl etkilenmesin. Geleceğin, belli bir şekilde garanti altına alınması istenen hâlinin talebidir sırttaki ağır paket. Taşısa bir türlü, taşımasa başka türlü. Kargocu, kasiyer, çağrı merkezi çalışanı, temizlik işçisi mi olsun… İŞKUR önünde sıraya mı girsin…

Kahramanımız sırtında bin sayfalık mezar taşıyla evine vardığında, o kırk beş derecelik beli bükük hâlinin anne ve babasını mutluluğa gark ettiğini görür hayretle. Neyse ki onların dimdiktir duruşu ve bununla birlikte, beli bükük evlatlarını hürmetle, itibarla buyur ederler içeri. Gerçi yadırgamaması gerekirdi öğrencinin, bu mezar taşını baştan aşağıya okuması asıl onların muradıdır, bilmez değil. Tek bunu gerçekleştirsin diye baş köşelerde oturtulur şimdi de olduğu gibi, sırtı sıvazlanır, saçları okşanır, ne var ki taştan kurtulduğu hâlde bile bir türlü doğrulmuyordur bükülen beli. Anne ve babasının üzerinde durmadığı bu hâli, mezar taşını odasına bıraktıktan sonra bile düzelmemiştir, onların teşvik edici ve övgü dolu sözleriyle yemeğini yerken de hâlâ sırtında hisseder o ağırlığı. Ebeveynlerinin bütün coşkulu konuşmaları da sanki, bir parça kendisine gelsin de yeniden mezar taşıyla hemhal olsun diyedir, öyle gelir delikanlımıza.

Odasına çekilip de binbir güçlükle masa başına koyduğu mezar taşının başına geçtiğinde, sayfalar başa çıkamayacağı bir sonsuzlukta akıp gidiyor gibi görünür, yılgınlığa düşünce de tek bir sayfaya verir dikkatini. Her sayfanın düzeni aynıdır: Başında konu ve ünite yazılı, beş soru ilk sayfada, beş soru karşı sayfadadır. İkinci sayfanın sağ alt köşesinde ise ‘‘sevimli, küçük bir pencereden dışarıyı seyreden on rakam ve on şık’’ yer alır. Her sayfanın içindeki şık gruplarından birer tanesi kaçarak o küçük pencerede başka bir grup oluşturmuştur, içlerinden bazıları, ara sıra pencerenin dışındakilere nanik yapmayı ihmal etmemektedir. Bunu fark eden öğrencimizin ruh hâli biraz hafiflese de beli hâlâ söz dinlemez hâlde büküktür. Hocasının uyarıları çınlamaktadır kulaklarının labirentinde: “Çocuklar! Günde en az bin soru çözmelisiniz. Yoksa üniversiteyi falan unutun!” Bu ses durmadan, ama durmadan uğuldayıp durur beyninde.
Penceredeki mızıkçıları bırakıp soruları incelemeye koyulur ama neticede işaretlemesi gereken şıkları birbirinden ayırt edemez ve pek de emin olmaksızın birini işaretler. Bir iç dünyası, kişisel beğenileri vardır elbette, ancak uzak durur o yönde dalıp dalıp gitmekten. İleride bir Erol Akyavaş olabilecekse de, belini büken eğiklikle nasıl yapışabilir fırçaya? Hani, sormuşlar Akyavaş’a, ‘‘Bu fikirler aklınıza nereden geliyor?’’ diye, o da, ‘‘İçimden geliyor,’’ diye cevap vermiş. Öğrencimizin ise, tam şu dönemde sevdiği bir işe eğilim göstermesi, geleceğini hafife aldığı anlamına çekilecektir.


İç dünyası bir yana dursun, sırtına bindirilmesine izin verdiği yükün altında ezilirken uzun mu uzun soruya bir türlü yoğunlaşamaz. Neticede kararsızca incelediği şıklardan rastgele birini işaretler ki zaman kaybetmesin. İkinci soru ilkinden daha da uzundur. Böylelikle zihninin kurduğu şıklar arasındaki kaçışma oyununa teslim olur. Bir bakıma bu, saçmalık düzeyinde bastıran bir ağırlığa karşı zihnin kendini koruma çabası değil midir? Ne demişti Mehmet Akif? Dehanın onda dokuzu çalışmakla oluşur. Çalışmak evet ama neyi çalışmak ve nasıl… Öğrencimiz sadece soru yükünün ağırlığından bir an önce kurtulmaya çalışmaktadır. Üçüncü soru da uzunluk açısından öncekilerden farksızdır. Şıklarla da bir ilgisini kuramaz bir türlü ve zihninin oyunlarına geri döner. Bir yanda da hiç değişmeyen bu açmaz karşısında duyduğu öfke kabarmaktadır. Çabalarken nispeten unuttuğu bükük beliyle, yere eğik başı yüzünden kuruyup kalmıştır boynu. Sabır da bir yere kadar. Bir yay gibi gerilerek sağ yumruğunu ‘‘profesyonel bir boksör gibi’’ bir hınçla sayfaları açık mezar taşına indirir. Parmak kemikleri kanamasa da kızarmıştır. Dördüncü soru, en başındaki el ele tutuşmuş dans eden Roma rakamlarıyla diğerlerinden daha farklıymış gibi karşılar onu. Böyleyken, sorunun yazım tarzı tarafından çelinir beyni, öyle ki, şıklar arasında güler yüzüyle aşinalık hissettiren e şıkkını seçer. Sorudan soruya iyi kötü bu minvalde ilerleyebilmişken, onuncu soruda donakalır. Daha doğrusu sayfanın sağ alt köşesindeki sevimli, küçük pencereden dışarıyı seyreden şıklarda bir hareket yoktur artık. Niye ise, taş kesilivermişlerdir.

Odasının, az aralık olduğunu fark ettiği kapısından gelen fısıltılar kulağına erişir o donakalma anında. “Çalışkan oğlum benim”, “Çözmüş müdür?”, “Çözmüştür”, “Sence kaç soru?”, “Yüz”, “Bence o kadar çözmemiştir” sözlerini anlayabilmiştir. Daha fazlasına da dikkat kesilemez, başını çevirdiği için boynuna ağrılar girmiştir. Ebeveynlerinin meraklı soruları birbirini izler. Sadece on soru mu çözmüştür? Hayal kırıklığı içinde uzaklaştıklarını duyar. O ise cevabını veremediği sorular yüzünden taşlaşmıştır sanki. Kalkmaya davrandığında hareket edemez, mezar taşı sırtına daha bir abanmış, vücuduyla bütünleşmiş gibidir. Yatmak istediğinde de ayıramaz onu sırtından ve yatağa birlikte düşerler. Öykü şu cümlelerle sona eriyor: ‘’Kendimi bildim bileli yatağımda kıvrılarak uyurdum. O an kıvrılmama gerek kalmadı, çünkü hazır belibüküktüm. Öylece yattım. Ebedi yoldaşım mezar taşı da üzerime bir güzel yerleşti…’’
Eğitim ve sınav sistemine yönelik güçlü bir eleştiriyi beli büken mezartaşı metaforu üzerinden edebiyata döken metin, cansızlaştığından şikayet edilen gençliğin hâli üzerine daha ciddi düşünme sorumluluğunu yüklüyor yetişkinlere ve eğitim sistemine.
Gençliğe kazandırılması gereken, onu hayatı boyunca dirençli kılacak ilk meziyet (varlığa karşı şükrü de yeşerten) bir hayat coşkusu olmalı değil midir? Bu hayat coşkusu bakışı berraklaştırırken kalbi de yumuşatır ve bütün yüksek değerlerin yanı sıra sorumluluk üstlenme kavrayışı kazandırır. Böyle bir kavrayış, ne olursa olsun dik durmayı öğretir insana, sırtına ne kadar yük binerse binsin. Yamalı bir aktarıma dayalı ve garantili başarılar vaat eden (çileci) eğitim ise yıldırır, yamultur, hayata küstürür. Müslümanca bir eğitim için ise, Aliya’nın dediği gibi, eleştiri yetkesini haiz zihinlerden yola çıkmalı.
Sorun aynı zamanda belirsizleşen iş düzenleridir de… Hayatın ‘‘toplumsal fabrikadan’’ kurtarılmasının gereğinden söz eder Berardi. Beş parmağın beşi bir değildir. Modernitenin disipline edici kültürü keyif ile mülk sahibi olmayı birbirine eşitlerken, sonu gelmez bir terapi sürecine sıkıştırmaktadır çarkına biat etmiş zihinleri. ( Berardi, Ruh İşbaşında, 2009: 187, 192) Bir masanın başında test çözerek saatler geçirmek, sevilen bir işi veya haysiyetli bir geleceği garanti altına almıyor. Taşrada bir fabrikada teknik eleman olmak da ağır geliyor kırılgan mizaçlara. Garantili hayat ise güçlü bir şekilde benliklere yedirilmiş bir kıstas. Oysa iş sistemleri yeni teknolojilerle bambaşka mahiyetler kazanırken garantili iş değil sadece herhangi bir iş de her an el altındayken bile kaybedilebilir. Sınavlara hazırlayan o mezartaşı ağırlığı, altında solgunlaşan benlikleri, hisleri nasırlaşmış profesyoneller karşısında boyun eğmeye eğitiyor gibidir.
Belibükükle Mezartaşı Rukiye Saran Aydın’ın ilk eseri. Kitaba adını veren öykünün dili ve içeriği, yazarın edebiyat alanında uzun yıllara dayalı bir yazma tecrübesi olduğunu düşündürüyor.

Bu öyküdeki mekanik bir düzenle hayata hazırlanması beklenen öğrenci ileriki yıllarda Aynur Dilber’in Son Teknolojik Ölüm isimli öyküsünün kahramanın diliyle şu sayıklamayı andıran konuşmada dile gelen hayalleri kurmuş olabilir mi? Hoş onu da okul ve eğitim düzeni düşürmüştür yılgınlığa: ‘‘…Ruhu olan bir şey yapacaksın, zorunlusun demiştim kendime. Yürüyorum ve artık bir okulum yok, mimar olamam, hiçbir şey yok artık diyorum. Tuvalet temizleyicisi bile olamam çünkü tek bir tuvaleti bile pisletecek tek bir insan bile görmedim üç gündür. En büyük hayalim mimar olmaktı ama artık hiç mi hiç olamam. Artık bana üflenen ruhtan taşa üfleyemem. (…) Artık taşı öyle incelikle işleyenler olmadığı gibi belki yarın öleceğim ve ölüme doğru yürüdüğümü biliyorum ölü insanlar arasından.’’ (Geceleyin Bir Mümkün, sf. 132)
Ve Zeynep Sayman’ın Tahayyül isimli öyküsündeki, anlatıcının bir çay bahçesinde hikayesini yazmak üzere seçtiği kahramanı depresyona sürükleyebilecek şu kaygılar: ‘‘Sorular soruyor, cevaplarını bulamıyor ve derin kesikler açılıyordu ruhunda… Üniversiteyi bu yıl bitirecekti. Artık kimsenin desteği olmadan hayatı kendisi omuzlayacaktı. Kurduğu birkaç hayal onu teselli etmeye yetmiyordu. Ne olacaktı? Nereye gidecekti? Ne yapacaktı bundan sonra? Karanlıkta merdivenlerden inerken uçsuz bir boşluğa adım atmış gibi hissediyordu kendini. Bir şeyler olmalıydı, bir ışık…’’ Yaşamak için sadece pazar günü vardı ve kahramanımız bu günü, özel sektöre adadığı altı güne hazırlanarak geçiriyordu. (Uzakların Kokusu, sf. 69, 66)

Terry Eagleton, 2025’te yayımlanan ‘‘Üniversitelerin Ölümü’’ başlıklı yazısında, ‘‘Günümüzde tanık olduğumuz şey, aslında üniversitelerin birer eleştiri merkezi olarak ölümüdür,’’ diyor ve üniversitelerle gelişmiş kapitalizmin birbirine taban tabana zıt olduğunu öne sürüyor.1 Düşünme ve düşünceyi ifade etme cesareti kazandıramayan herhangi bir eğitim en başından ölüdür.
Rukiye Saran Aydın’ın mezar taşı metaforu bu nedenle yerinde. Ticarethane mantığıyla çalışan, bu nedenle de mümkünü imkansıza çevirmeyi mesleki bir taktik olarak benimseyen okul ve kurslar hiç de hayal etmedikleri bir yorgunluğa duçar ediyor gençleri, erkenden, hayattan bezdiriyor. Hayat coşkusunu yitirmeye yol açan bir eğitimin ardından savruldukları, insaf tanımayan bir rekabet ortamında nasıl sevgiyle çalışabilir gençler? Güçlükle bulunmuşsa da isteksizce yapılan işlerle de büsbütün ağulanıyor umutlar. Şu da var ki bir geçiş dönemi bu ve buradan er geç daha sağlıklı bir evreye geçilecektir, başka türlüsü de hayal edilememeli zaten.