Bir iş bitince diğerine koyulan

Gökçe Değirmen’i 2012’de bir kitap fuarında tanımıştım. Bisikletle kitap fuarında dolaşan kaç kişiyle karşılaştınız? Gökçe bisikletini bir kenara bırakıp İz Yayıncılık standına koşmuştu. Adımı sesleyerek standa doğru koşan bu genç kızı nasıl yabancılayabilirdim, kalkıp karşılamıştım. Daha sonra defalarca rastlaştık veya bir araya geldik. Bazen aylarca hatta bir iki yıl haberleşmediğimiz olsa da bağımız hiç kopmadı.
Sergiler, hak hukuk kampanyaları, mültecilerle dayanışma platformları. En eski hatıralarımdan birinde, Adalet Sarayı önünde Yakup Köse’ye adalet için pankart açıyorduk. Bir keresinde de ellerimizde Suriyeli mülteciler için çeşitli yardımların bulunduğu kocaman siyah torbalarla, Zeyrek’e götüren merdivenleri çıkıyorduk. Doktor yeğenim Betül de mülteci çocukları muayene için yanımızdaydı. Benim hayatımda zaman zaman gerçekleşen bu faaliyetler Gökçe’nin hayatının neredeyse bütününü kaplıyor. Böyleyken, hatırlıyorum, kalabalık bir misafir topluluğunu ağırladığım bir gün, üşenmemiş, yardım için şehrin öteki yakasından kalkıp gelmişti evime.

Bir bakmışsın Afrika’da bir adrese yardım götürmüş, bir ararsın, uzak şehirlerdeki mülteci çocuklara bayram hediyeleri götürmeye hazırlanıyor. 2015’te de Esenler Otogarı’nda aç susuz çaresizce bekleşen Suriyeli mülteciler için yükselmişti sesi. Twitter’da 12 Şubat 2017’de şöyle yazmışım: “Gökçe birden hediye dolu tırlarla yollara düşer, Cerablus'a gider, yaralı çocuk kalplerine iyi gelir tatlı dili güler yüzü.’’ Aynı yılın haziran ayında, onca yoğunluk arasında devam ettiği özel bir yüksek okulun Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Bölümünü bitirdi.
Şüphesiz görsel sanatlara yönelik bir yeteneği var, zaten birkaç yıl önce yoğun bir şekilde resim çalışmaya başladı. Sanatkâr bir mizacı olduğunu bilsem de benim için sürpriz oldu tabloları. Birçoğunda Afrika sanatına özgü renkler ve imgeler fark ediliyor.
“İstanbul, bütün karmaşıklığıyla insanı günün akışını toparlamak için daha bir planlı olmaya zorlayan bir şehir.” Böyle yazmıştım, Gökçe’den söz ettiğim 27.11.2013 tarihli Dünya Bülteni yazımda.[1]
Dünya Bülteni yazımın, Türkiye Yazarlar Birliği sitesinde mevcut girişi de sanki bu sorunu da kapsayacak şekilde, şöyle ilerliyor: “Her araçsal kolaylıkla birlikte ilişkiler ve gündemler daha bir karmaşık bir hale geliyor. Bu İstanbul için de böyle. Asya hemen önünüzde, Afrika yanı başınızda, Avrupa Sultanahmet’e yoğunlaşıyor. Şehrin çok sesli hayatına bir ucundan katıldığınızda aynı zamanda bir tanık olmaya başladığınızı fark ediyorsunuz.”

Gündüz saatlerinde sığınmaya açık kapılar gece sıkı sıkı kilitlenmiyor muydu? Bu düşünceler Gökçe’nin uykularını kaçırır. Kurucusu olduğu Vicdan Hareketi’nin Facebook sayfasında, Esenler Otogarı’nın hemen önündeki tarla gibi bir arazide açlık ve soğuktan titreyen mülteci ailelerin otogar güvenliği tarafından maruz kaldığı kötü muameleyi takipçilerine duyurur. İstanbul sokak ve meydanlarının öğrencisidir Gökçe. Yardıma muhtaçların haberini ona tezlikle ulaştıran da koşuşturmaları ile oluşturduğu bir ağdır. Bu ağın zamanla Türkiye’nin çeşitli şehirlerini ve Afrika’yı da içine aldığını gözlemliyorum.
“Düşün gökleri ve gece vakti geleni!” diye başlıyor ya Târık suresi… Gece vakti kapıyı çalan bir ayet, bir yıldız değilse, olsa olsa Gökçe’dir. Açlık çekeni duymuş, açıkta kalanı öğrenmiş, etrafını seferber etmiştir.
Gökçe kapıyı çalar çalmaz uzaklaşır oradan, bir de bu var. O kapı açılmadan kaybolur gözden. Kar Gibi Patiskalar (2024)’da yer alan “Geyikli Evin Hanımefendisi” başlıklı -ona ithaf ettiğim- öyküyü, bir telefon görüşmemizin akabinde yazmaya başlamıştım. Yardım torbaları ellerindeyken yanı başında durup fotoğraf çektirmek isteyen ilgililerden şikâyet eden bir mülteci kadını anlatmıştı bana; kendisi ise aynı mülteci mahallesine gittiğinde sessizce kapıya asıp uzaklaşıyordu işte, öteberi dolu torbaları. O torbaların hiç de kolay dolmadığı tahmin edilebilir. Gökçe, hayır sahiplerini arayıp bulur ve bir yandan da en uygun şartlarda alışveriş yapabileceği toptancılara ulaşmak için kapı kapı dolaşmaya üşenmez.


Gökçe Değirmen’i bu denli diğerkâm ve faal kılan yetişme şartlarını anlamayı önemsediğim için onunla 2015’te Dünya Bülteni için bir de söyleşi yapmıştım. Gençlerdeki amaçsızlık ve yozlaşma bahsinin ağırlık kazandığı dönemlerden biriydi.
Beklediğim gibi, bu konudaki soruma karşılık, tersine gençlikten gayet umutlu olduğu cevabını vermişti. Yozlaşma mı? Bunu öne sürenlerin düşünen, sorgulayan ve ayrıştırıp dayatılan yerine kendi tercihlerini belirleyen gençleri kast ettiğini var sayarsa eğer, kendisinin de yoz nesle dahil olduğunu dile getirmişti. Yardımseverlik, Gökçe’ye göre, insanlık eksenindeki değerlerden en insana dair özellikti ve bunun yanı sıra inancı gereği de yardımlaşmanın bir emir olduğuna inanıyordu.
Evvela, “Yolda yürürken ihtiyaç sahibi birini gördüğümde tüh tüh, vah vah, Allah yardım etsin; devlet, belediye falan yardım etsin; bir sürü dernek var, canım biri yardım eder inşallah...” gibi cümleler kurmanın işin kolayına kaçmak olduğu düşüncesiyle, “Yahu Allah yardım etmek için beni aracı kılmış zaten, e apaçık da ayetler var yardımlaşın diye, ben neden yanından böylece geçip gideyim ki…” diyerek başlıyor Gökçe hayır işi ve dayanışma faaliyetlerine. Bazı ailelerin evlerine kadar gidip hemhâl olup sıkıntılarını çeşitli derneklere iletiyor, bu aileler için tedarik ettiği evraklarla pek çok adrese başvuruyor ama müspet sonuçlar alamıyor bir türlü. O da sonunda, bu iş böyle olmayacak diyerek kolları sıvıyor. Sürdürmeye çalıştığı şey, hem içinden gelen o durduramadığı yaşama-birlikte yaşayabilme sevinci, hem de bir buyruğu yerine getirmenin adımlarıydı anlattığına göre; böyle bir çabanın, neşesiyle onu hayatta düşülebilecek bir vasatlıktan kurtardığını fark ediyordu. Sanki ruhumuzun da organları vardı ve çabaları da sanki ruhunun kalbiydi… Bu iman ve salih amel dairesinden uzaklaşır ve bir şekilde tek bir günü yardımsız geçerse bir şekilde ruhunda kanser başlayacağını düşünüyordu. Takva da başka nasıl tanımlanabilir ki…

Nasıl bir çocuktu Gökçe? Gençliğini, genç olmayı nasıl hissetti? Eğitim hayatı nasıl şekillendi?
“İstanbul/Süleymaniye'de yıllarca çocuk hasretiyle imtihan olmuş bir aileye şükür ile imtihan için gönderilmiş bir emanet” olarak anlatmıştı kendini. Çocukluk yılları, çok sevdiği babasının işçi olarak bulunduğu Libya’dan dönmesini özlemle bekleyerek geçerken, hareketli mizacıyla da yine kendi deyişiyle, “mahalleye illallah dedirtmiş gerçek bir hayta”ydı. İlk gençliğini, başrolde kendinin olduğu ve çok hızlı geçen bir film olarak görüyordu geri dönüp baktığında. Eğitim hayatı hayalini kurduğu gibi şekillenmez, İmam-Hatip mezunudur zira. Pek çok dönem arkadaşı gibi yüksek tahsil hayalleri İslamofobi ve başörtü yasakları nedeniyle talan olup gitmiştir. “Beyazıt Meydanı’nda başörtüsüyle direnerek ve coplanan kadınlardan biriyim.” diye anlatmıştı. “O vakitler en büyük idealim İstanbul Hukuk'tu. On beş yıl aradan sonra İHL mezunu olduğum için puanımın kırılacağını bile bile bir hevesle sınava girip iki yıllık özel bir meslek yüksek okulunun fotoğrafçılık bölümünü kazandım. Bölümümü seviyor fakat okulunu sevmiyorum. Çünkü tercihim değildi, tercih etmek zorunda kaldım. Hayalimdeki okulla uzaktan yakından hiçbir alakası yok, hatta zıttı tamamen. Ben de o zamanki Gökçe ile uzaktan yakından alakasız görünüyorum belki de bundandır…”
Madunların haysiyetini gözetmeyen her toplum, çürümeye açar varlığını. Ben eski Gökçe’yi tanımasam da bütün adımlarını muhataplarının haysiyetini gözeterek attığına şahitlik edebilirim. Bir sorunla karşılaştığında, çözümü yönünde ne yapıp edip bir yol buluyor. Öfkesi yapıcı, soruları hakça. Oysa eğitim görürken sadece başörtüsü baskısına maruz kalmadı, Kürt kökeni nedeniyle de ötelenme yaşadı. “Halbuki onun bedenine başka bir elbise giydiren kudret benim ruhuma da Kürt elbisesini giydirmişti.” diye anlatıyor. “Bu seçim O’nundu ve bana yapılan saygısızlık da dolayısıyla O’na aitti. Hucurat suresinin 13. ayetinin gerçeği vardı. Engelli bir kardeşe abla olmak mesela, bununla da engellileri anladım ve işte tüm bu ayrımlar beni dili, dini, milliyeti, rengi, hangi canlı türü olduğu fark etmeksizin ‘diğer’ olan tüm diğerleriyle hemhâl etti. Bir yetişkin olduğumda artık insan hakları benim için özel ilgi alanı olmuştu bile. İlahi rızanın bize biçtiği kimlikte bu şekilde oluşan bir şey... Yaraları aynı yerden kanayanlar ancak birbirlerini iyileştirebilirlerdi.”

Kardeşi Kasım’ın bahsi mutlaka açılırdı sohbetlerimizde. Down sendromlu doğmuştu Kasım. Tedavi alternatifi yoktu, sadece onu tanımak ve ona sabırla öğretmek gerekiyordu. Down sendromu bir hastalık değil, gen farklılığıdır ne de olsa. “Down’lu oluşu onu yaşıtlarıyla aynı zekâ ve beceriden geride bıraktığı için hep yardıma muhtaçtı” diye anlatmıştı. “Tüm down’lular gibi bağcık bağlayamaz, düğme ilikleyemez ve tek başına el becerisi gerektiren pek çok şeyi yapamaz. O ilk doğduğunda bu konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan biz aile bireyleri ve yakın akrabalarımız ne yapacağımızı bilmez, üzgün ve bilmemenin getirdiği panik hâlindeyken yıllar içinde o büyürken onunla beraber tekrar büyüdük ve şimdi ancak, elimizde ne kadar büyük bir servet olduğunu idrak ediyor, sevinç duyuyoruz. O zamanlar anne karnında yapılan tarama testler yoktu, ama annem hep der ki ‘o testlerden kardeşinin engelli olacağını öğrenseydim yine de aldırmazdım; o hem bir can, bir cana kıyılır mı? Hem de Allah'ın bana bir sorusuysa Kasım, soruyu beğenmemiş ve cevaplayamamış mı olayım? Herkes engelli çocuğu fark edip aldırırsa ve bütün insanlar sağlıklı olursa imtihan nerede kaldı?’”

1991 doğumlu Kasım’ın 2021’de vefatının Gökçe’yi nasıl sarstığını hatırlıyorum. Kasım onun için annesiyle birlikte aile yuvasını ayakta tutan iki sütundan biriydi. Kendini yasa terk etmeyip resim çalışmalarına yöneldi. Birbirinden güzel tablolar yaptı.
Bu yazıdan söz ettiğimde, “kendini hiç de kayda değer bir yerde görmediği” gerekçesiyle onay vermedi Gökçe. Oysa, her hatırladığımda içimi ferahlatıyor varlığı, “O hâlde önemli bir işi bitirince hemen başka bir işe koyul” ayeti kerimesini düstur edindiğini bildiğim için. Sanatı seyirlik bir faaliyet olarak görmediği, sanat eserinin günümüzde atölye ve müzelere sınırlanamayacağını fark ettiği de açık.
Marshal Bermann Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’da, 1960’ların başlarında güncel sanat faaliyetlerinde izlediği bir olguya yer vermişti. O yıllarda New York’ta hoyrat bir kentsel dönüşüm yaşandığı için şehrin yaşlıları, yeni mekânlara uyum sağlamakta zorlanırlar. Sokakların yerini geniş caddeler ve otoyollar almıştır kısa süre içinde. Bu durumda güncel sanatçılar, yaşlıları aşinası olmadıkları yepyeni geniş caddelerden karşıdan karşıya geçirmeyi bir sanat olayı olarak tanımlarlar.
Hayatın bu şekilde sanatlaştırılması, ne kadar da Müslümanca! Her zaman Müslümanlığın muhafazakarlıktan çok sanatsal bir hayat tarzına yakın olduğunu düşünürüm. Başka türlü görme gibi başka türlüyü hayat açısından kavrayıp üstlenme de herhangi bir sanatçı için olduğundan da fazla Müslüman için de tabii olmalı. Ne de olsa İslam gibi sanat da sıradanlığa düşüp, keyif içinde ömür tüketmeye izin vermez, hayatı yüce bir amacın arayışında yaşamaya çağırır. Ancak bu arayış etiğin estetikle mündemiç olduğu bir dil, bir yorum ve muaşeret talep eder. Medenilik de zaten budur, güçlüyü haklı konumda tutan devasa sistemler oluşturma başarısı değil.

Bu aynı zamanda kurban veya kurtarılan -daima minnettar- bir beden bir akıl olmaya karşı da varoluşsal bir itirazla gelen bir sıçramadır. Medeniyet, bir elin verdiğini ötekinin bilmemesi yönündeki çabadan daha ince nerede gösterir ki kendini… Varlığın şükrünü işte bu şekilde zarafetle edadan daha üst düzeyde bir adanma olabilir mi?
[1] Bu yazının tamamını internette bulamadım. Sitenin Genel Yayın Yönetmeni rahmetli Akif Emre, bir internet sitesiyle yayın yapmanın geleceğe yönelik belirsizliğinden söz etmişti bir kere, kaygıyla. Dünya Bülteni sitesinde 10 yıla yakın bir süredir yayımlanan hiçbir yazıma ulaşamıyorum son yıllarda.