Benim ipek yüklü kervanım mı var?

Benim İpek Yüklü Kervanım mı Var?
Benim İpek Yüklü Kervanım mı Var?

Erken çocukluk yıllarım doksanlı yılların Bursa’sının nispeten sakin zamanlarına denk geldi. Oturduğumuz muhit, şehir merkezine yakın olsa da henüz yeni iskâna açılan bir mahalleydi ve bu sebeple hayli tenhaydı. Mahalleye aynı dönemlerde yerleştiğimiz komşularımızın birçoğu Balkan muhaciriydi. Yakın komşuluk ilişkileri hâliyle dildeki ve kültürdeki farklılıkları, üslup tercihlerini fark etmemizi sağlıyor. Komşularımızla aramızdaki farklılıklar, bana uzun bir süre orada yabancı olduğumuzu hissettirmişti. Yaşadığım mahalle ve daha sonra gittiğim yerlerde benzer rastlantıları sıkça yaşadım.

Balkan Savaşı.
Balkan Savaşı.

Oysa biz muhacirlere tamamen uzak da değildik. Yaz aylarını veya ara tatilleri, Bursa’ya yaklaşık bir saat mesafede, İznik gölüne hâkim bir dağın yamacında, mübadele öncesi Ermeni köyü olan ama sonrasında muhacirlerin iskân edildiği yüksek bir köyde geçirirdik. Bu köy, yemyeşil bitki örtüsü, sıra sıra meyve ağaçları, baharları coşan ve yazları kuruyan deresi, kurnasız boyuna akan suları, zeytin kokulu sokakları ve çarşısı, tarihi ev ve konaklarıyla benim için yepyeni bir tecrübeydi. Hâlâ gitmekte olduğum bu yerde, köyün tarihi, mübadele öncesi ve sonrasındaki hâli, köy halkının örf ve âdetleri gibi pek çok konuda dikkatimi zinde tutan anılarım oluştu. Köy halkından mübadeleyi bizzat tecrübe etmiş kimselere yetişemedim. Ancak çocukluk çağımdan itibaren, mübadelenin üstünden henüz bir asır geçmemişken birinci nesil muhacirlerin çocuklarıyla tanışma fırsatı buldum. Dolayısıyla hatıraları, birçok ağızda dolaşmadan, eskimeden, yıpranmadan farklı kişilerin teyidiyle dinleyebildim. Bu yazı da ayrıntıları çoğaltmadan, köy hakkındaki genel geçer bilgileri önceleyerek tuttuğum kayıtlarla şekillendi.

Osmanlı’nın Avrupa’da toprak kayıplarının başlangıcı olarak kabul edilebilecek Karlofça Antlaşması sonrası, Avrupalı Hristiyan devletlerin idaresi altında zulüm gören veya görme endişesi duyan Müslümanların doğuya, Osmanlı topraklarına doğru göçü bir vakıa. Takip eden dönemde süregiden kayıplar, farklı yoğunluklarla da olsa bu göçlerin devamına zemin hazırlamıştı. 93 Harbi olarak da bilinen ve 1877-1878’de gerçekleşen Osmanlı-Rus Savaşı’yla ivme kazanan bu göç dalgası, I. Balkan Savaşı’nda Müslüman ahalinin maruz kaldığı zulüm neticesinde de önü alınamaz bir hâle gelmişti.

Hagop Oşagan.
Hagop Oşagan.
Serge Avedikian.
Serge Avedikian.

I. Dünya Savaşı arefesinde, geride kalan Müslüman ahalinin sağ salim Osmanlı topraklarına göçü için bazı Balkan ülkeleriyle ikili anlaşmalar imzalansa da araya giren savaş diplomatik gayretlerin akim kalmasına sebep olur. Savaşın ardından işgale uğrayan Anadolu’nun Millî Mücadele ile özellikle Yunan işgalcilerden temizlenmesi, mübadele sorununun tekrar tartışılabilmesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Mübadele, böylece Lozan görüşmelerinin önemli madde başlıklarından biri hâline gelir. Nihayet Lozan Antlaşması ile Anadolu’dan Yunanistan’a Rum göçü, Yunanistan’dan da Anadolu’ya Müslüman göçü 1923’te resmen başlar. Buna göre İstanbul, Bozcaada, Gökçeada ve Batı Trakya dışında kalan Türk ve Rum nüfusun mübadelesi 1930’a kadar tamamlanacaktır. Uzun süren bu göç esnasında Müslüman ahalinin maruz kaldığı zorbalıklar, hastalıklar, zorluklar ve ölümlerin ise özeti bu satırlara sığmayacak kadar derin yaralar içeriyor…

Cumhuriyetin ilanından birkaç ay sonra, takriben 1924’te Drama’nın Pepeleş Köyü’nden bölgeye gelen Rumeli muhacirlerinin bir kısmı Bursa Orhangazi’ye bağlı Yenisölöz köyünde iskân edilirler. XVII. asırdan itibaren Ermeni köyü olarak bilinen ve “Ermeni Sölöz” ismiyle anılan bu köy, muhtemelen Osmanlı’nın 1915’te güvenlik amaçlı icra ettiği tehcir politikası neticesinde Ermeniler tarafından terk edilir. On seneye yakın metruk hâlde kalan köyün ismi muhacirlerin iskanıyla önce “Taceddin” (1924) sonra “Cedid Sölöz” (1928) ismini alır.

Batı Ermeni edebiyatının meşhur isimlerinden, romanları çeşitli dillere çevrilen Hagop Oşagan’ın da (1883-1948) bu köyde doğup büyüdüğü aktarılmaktadır. Tehcir esnasında önce saklanmış, ardından 1918’de Bulgaristan’a kaçmış, 1924’ten sonra ise sırasıyla Mısır, Kıbrıs ve Kudüs’te yaşamış ve Halep’te ölmüştür. Fransız Ermenisi yönetmen Serge Avedikian’ın Yenisölöz’e gelerek “Retourner à Sölöz” başlığıyla Oşagan’ın hayatına dair çektiği belgesel 2021’de Paris’te gösterime girmiştir.

Uludağ’a eklemlenen Samanlı dağlarına sırtını yaslamış bu köyün yeni sakinlerinin bir kısmı Pomak bir kısmı da Pepeleş olarak biliniyor. Pepeleşler aslen Türk olduklarını ve Karaman’dan Rumeli’ye yerleştirildiklerini söylüyor. Mübadele sonrası ortaya çıkan köken tartışmalarının en bilindiklerinden biri olan Rumeli göçmenlerinin Konya/Karamanlı olduğu iddiası, geniş bir araştırma konusu. Ancak II. Murad döneminden itibaren giderek yoğunlaşan ve Fatih döneminde ikmale eren Karaman bölgesi göçlerinde Türkmenlerin Hafsa, Edirne ve Selanik ile Teselya, Sırbistan ve Bosna bölgesine yerleştirildiği bilinmektedir. Hâliyle kökene dair Karaman iddiası da bu bilgiye dayanmaktadır. Pepeleşlerle birlikte göçen Pomaklar hakkında ise farklı rivayetler mevcut. En kuvvetli görüş, Balkanlarda yaşayan Helen ve Slav asıllı Müslümanlar oldukları yönünde. XI. asırda anayurtları Orta Asya’yı terk ederek Ukrayna ve Romanya üzerinden Bulgaristan’a gelen Kuman-Kıpçak Türklerinin torunları olduklarına dair bir başka görüş mevcut olsa da ilki daha muteber kabul ediliyor.

Pepeleşler ve Pomaklara dışarıdan bakan benim gibiler için bu iki topluluk birçok yönden aynı gözükse de onlar dil, örf ve âdet bakımından birbirlerinden farklı olduklarını söylemekte. Mesela Pepeleşler ile Pomakların ortak dili Pomakçayı her iki topluluğun kendilerine özgü kelimelerle zenginleştirmiş olması bu farklılıklardan biri. Hatta bu farklılıklar “Pepeleşçe” dedikleri yeni bir “ağız” doğurmuş. Benim çocukluğumda daha çok yaşlıların konuştuğu, Bulgarcaya çok yakın bir dil olan Pomakçayı orta yaşlılar anlamasına rağmen pek konuşamaz, gençler ise sık kullanılan birkaç cümle haricinde duyduklarını da anlamazdı. Oldukça güç konuşan yaşlıların ise hem Türkçe kelime dağarcıkları zayıf hem de aksanları farklıydı. Kurabildikleri birkaç kısa cümleyi de yavaş ve düşünerek ifade edebildikleri için onlarla sohbetin o yıllarda benim için pek keyifli olduğunu söyleyemem. Şimdilerde köyde Pomakça konuşan birkaç yaşlıdan başka kimse kalmadı sanırım.

Uludağ’a eklemlenen Samanlı dağlarına sırtını yaslamış bu köyün yeni sakinlerinin bir kısmı Pomak bir kısmı da Pepeleş olarak biliniyor.
Uludağ’a eklemlenen Samanlı dağlarına sırtını yaslamış bu köyün yeni sakinlerinin bir kısmı Pomak bir kısmı da Pepeleş olarak biliniyor.

Ermenilerin yaşadığı dönemde, İpek Yolu’na yakınlığın da verdiği avantajla (köylüler İpek Yolu’nun köyden geçtiğini iddia etse de kervanın sahil yolundan veya üç kilometre aşağıdaki vadiden geçmek yerine sapa dağ yolunu tercih etmesi mümkün görünmüyor) köyde ipek böcekçiliği yaygın iken mübadele sonrasındaki gözde meslek zeytincilik olmuş. Arıcılık, hayvancılık ve küçük ölçekte tarımla da ilgilenen köy halkı, yabancısı olduğu zeytin ağaçlarıyla mesaisini gitgide artırmış ve ana geçim kaynağı hâline getirmiş.

Hasan Burkay.
Hasan Burkay.

Günümüzde de geçimini büyük oranda zeytincilikle sağlayan köy halkı, mübadelenin ardından yabancısı olduğu bu meyveyle uzun süre alakadar olmamış. Yaş zeytini de acı ve yenmez buldukları için kesmiş olsalar da sonraları dört bir tarafı zeytinliklerle çevrili bu yerde, hâliyle işi öğrenip meslek edinmişler. Çocukluğumda, mevsimi geldiğinde toprak sahiplerine refakat eden mevsimlik işçilerle birlikte zeytinleri toplayıp traktörlere yüklerler ve evlerin giriş katında farklı bir kapıdan girilen, mağaza dedikleri, büyük ve serin bir alanda önce boylarına göre ayırır, ardından kuyuya benzeyen büyük zeytin havuzlarında zeytinleri salamura yaparlardı. Yağ ve sabun üretimi de dahil olmak üzere eskiden elle yaptıklarını söyledikleri birçok iş için makina kullanıyorlardı.

Eskiden ekim ayında başlayıp marta kadar devam eden zeytin hasadı zamanında (makineleşmeyle birlikte günümüzde çok daha kısa sürüyor) bütün gün, ön tarafında şapkalı kavruk yüzlü erkeklerin, römorkunda ise çarşaflarıyla yüzlerini örten hanımların olduğu traktörlerin biri gider biri gelirdi. Köyün çarşısından geçerken hanımların hepsinde bir mahcubiyet ve gizlenme endişesi belirir, ortalık yerde görünmek istemez, bu yüzden de yollarını olabildiğince uzatırlardı. Bu yazılı olmayan kural, köyün yeni yetişen gençlerini saymazsak hâlâ geçerli. Çarşafın köyde gitgide örfi bir özellik kazandığı günümüzde ise bazı hanımlar “futa” veya “pepesak” dedikleri, mutfak önlüğüne benzeyen yöresel giysilerini dışarıya çıkarken tesettür niyetiyle giymekte. Köy sakinlerinin çoğunun dini eğitimi olmamakla birlikte kültürel olarak nesilden nesile aktarılmış bir dini yaşayış biçimi hâkim. Eskiden çocuk yaşta olmamın verdiği imtiyazla yaşıtlarımın olduğu evlerin birçoğuna sık girer çıkardım. Bu ziyaretlerin pek azında namaz kılan birilerini gördüğümü hatırlıyorum; varsa bile o da muhtemelen köyün yaşlılarındandı. Geri kalanlar hiç kılmıyor değildi fakat ancak yorucu olan zeytin zamanı bütün işler bittikten sonra kalan vakitlere yetişme gayretindelerdi. Yine de bulunduğum ziyaretlerin hemen hepsinde sıkça dile getirilen beş vakit namaz özlemine, idealinin zamanla gerçekleştiğine ve birçoğunun düzenli olarak namaza başladığına da şahit oldum. Bu şuurun elde edilmesinde, geçmiş asrın büyük velilerinden Hasan Burkay Hazretlerinin (1930-2005) tesirini göz ardı etmemek gerek.

Hasan Efendi’nin babası Mehmed Hulusi Bey, Yunan mezaliminden kaçarak önce İstanbul’a, ardından Bursa’ya ve daha sonra güzel sesli hafızları ile meşhur bu köye yerleşir, Hasan Efendi de 1930’da bu köyde dünyaya gelir. İlk tasavvufi terbiyesini, babasının da şeyhi olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi Hazretlerinden alır ve İstanbul Çarşamba’da onun rahle-i tedrisinden geçer. Gençlik çağının sonlarında da yine bölgenin İslâmî şuurunun canlanmasına vesile olan, Orhangazi-Yalova arasındaki Güneyköy’de irşad vazifesi yürüten ve Şeyh Şerafeddin Dağıstânî Hazretlerinin halifelerinden olan Simavlı Muhammed Necati Hazretlerinden irşad icazeti alır. Dolayısıyla, köy halkının İslâmi şuurunun gelişmesine gerek onun gerekse İznik ve Yalova bölgesindeki mürşidlerin vesile olduğunu belirtmek bir hakkı teslim etmek olacaktır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım