1936’nın ilk çeyreğinde bir edebiyat kavgası: Antoloji dâvâsı

Vedat Nedim Tör.
Vedat Nedim Tör.

Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör, Türk Edebiyatını Avrupa kamuoyunda tanıtmak maksadıyla Reşat Nuri Darago’ya Bugünün Türk Muharrirleri Antolojisi [Anthologie des Ecrivains Turcs d’Aujourd’hui] isimli bir eserin Fransızcaya tercümesini sipariş etmiş, Darago da bu ilgi çekici çeviriyi tamamlamıştı. Ancak Tör, Bugünün Türk Muharrirleri Antolojisi’nin basında şiddetli tartışmalara yol açacağını tahmin etmemiş, üstelik Tek Parti yönetim elitine rağmen edebiyat ve sanat çevreleri antolojiyi protesto etmişlerdi. Aslında bir ay kadar devam eden antoloji kavgası, Güneş Dil Teorisi karşısında sessizliğe gömülen sanatçıların gizli bir boykotuydu.

Bugünün Türk Muharrirleri Antolojisi ismiyle Fransızca yayımlanan kitap, gazetelerde hararetli bir dedikoduya sebep olmuş, antolojide kendilerine yer verilmeyen yazarlara gün doğmuştu. Kavganın perde arkasındaki asıl müessir, antolojide yer verilmeyen bazı yazarların itirazı olsa bile, asıl sebep eserin “bugünün yazarları”yla sınırlandırılarak eskinin tasfiyesidir. Oysa “devrini tamamlamış, şan ve şerefle tarihe geçmiş üstatlara” yer verilerek edebiyatımızın geçmiş çağlarına ait ayrı bir antoloji hazırlanabilirdi; ne yazık ki bu durum pas geçilince kıyamet kopmuş, edebiyatımızın seçkin isimleri örtük bir muhalefet sergilemişlerdi.

Basında birdenbire alevlenen tartışmalar, yedi yıl önce Resimli Ay dergisinin öncülük ettiği “Putları Kırıyoruz” kampanyasının yol açtığı eski-yeni problematiğini akla getiriyor. Hatırlanacağı üzere, Nâzım Hikmet ve Resimli Ay’ın sahiplerinden Sertellerin başlattığı Putları Kırıyoruz kampanyası, Namık Kemal, Abdülhak Hamid, Mehmet Emin Yurdakul gibi “eski” ve tarihe geçmiş isimleri hedef almış, nihayet üniversite öğrencileri ve sanat çevrelerinde ciddi bir protestoya yol açmıştı.

Nâzım Hikmet, Yakup Kadri, Peyami Safa, Hamdullah Suphi gibi yazıcıların giriştiği kalem kavgası, edebiyatımızda eski yeni münakaşasından ziyade Cumhuriyet elitlerinin ideolojik nizaıydı ve kamuoyu Batı perspektifli yönlendirilmek isteniyordu. Eski medeniyeti temsil eden, İslamî dünya görüşünden izler taşıyan şairlere ve onların fikirlerine yeni dönemde hiç şüphesiz ihtiyaç yoktu, velhasıl eskinin yıkılması lazımdı. Yıkıcı ve bölücü bu kampanya kısmen başarılı olsa bile, Türk gençliği millî ve İslamî kimliğine sahip çıkınca Resimli Ay geri adım atmıştı.

Aslına bakılırsa Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör’ün himayesinde çıkarılan Bugünün Türk Muharrirleri Antolojisi’nin yayınlanma sebebi, modern Türk edebiyatını şairleriyle, romancılarıyla, nasirleriyle, tiyatro yazarlarıyla Avrupa’ya tanıtmaktı. İlk bakışta iyi niyetle hazırlandığı intibaı veren girişim birkaç yönden mahzurluydu: Edebiyatımıza yıllarca hizmet etmiş büyük isimlerin antolojide yer almaması bir yana, eserin meşhur edebiyat tarihçilerimizden birine değil de Fransızca tercümeleriyle tanınan Reşat Nuri Darago’ya sipariş edilmesi, üstelik mütercimin 1908 sonrasını tercih etmesi büyük tartışmanın fitilini ateşleyecektir. Ancak 1935’te yayınlanan Anthologie des Ecrivains Turcs d’Aujourd’hui, aradan dört ay geçtikten sonra, 1936’nın Şubat ayında Peyami Safa’nın yazısıyla gündem olmuş, birbiri ardınca birçok tenkit yazısı ve röportaj serisi sökün edivermişti.

Dört ay önce yayınlanan ve o güne kadar hiçbir sanatçının haberinin olmadığını bildiğimiz antolojiyi Peyami, yakın dostlarından birinin hususi delaletiyle görmüş[1] ve mutadı olduğu üzere, herkesten önce sanat muhitlerini haberdar etmişti.

Ziya Gökalp.
Ziya Gökalp.

Bugünün Türk Muharrirleri Antolojisi’nin enikonu münakaşa edilmesine ve çeşitli tenkitlerin yazılmasına vesile olan Peyami Safa’yı 1930-1940’li yıllar boyunca cereyan eden bütün sanat hadiselerinin sözcülüğünde görüyoruz. Üstelik daima müteyakkız bir şuur ve keşfedici bir zekâya sahip Peyami’nin her meselenin tam merkezinde yer aldığına da şahit oluyoruz. Yönettiği derginin adını Kültür Haftası koyarak her hafta Türkiye’nin kültür gündemi ve politikalarını konuşturan Peyami Safa, kuşkusuz avangart bir rol oynadığının farkındaydı.

Modern Türk edebiyatını Avrupa’ya tanıtmak için hazırlanan antoloji hakkında ilk toplantı, perşembe günü Kültür Haftası yarânınca yapılmıştı. “Esere seçilen parçaların isabetsizliği, tercüme yanlışları, pek değerli isimlerin ve eserlerin unutulması veya Ziya Gökalp’in ‘Ahmet Haşim nesline mensup’ ve onun tesiri altında bir şair gibi gösterilmesi” Kültür Haftası’nın müdavimleri olan Yahya Kemal, Münir Serim, Ahmet Hamdi, Suut Kemal Yetkin, Sabri Esat Ander, Ziyaeddin Fahri, Muzaffer Yürük, Mazhar Şevket, Mümtaz Turan, Sabahattin Eyüpoğlu ve elbette Peyami Safa’ca tenkit edilmişti.[2]

O günkü toplantıda, Yahya Kemal, ne kendinin iddia edildiği gibi parnasyenist ne de Ahmet Haşim’in sembolist olduğunu, aksine Hâşim’in şiire serbest nazımla başladığını, “aruzun memdud ve maksur heceleri içinde serbest nazım olamayacağını, buna serbest müstezad demenin daha doğru olacağını söyledikten sonra aslında bütün bunları Haşim’e daha önce de söylediğini ileri sürer. Hatta Yahya Kemal’e göre, Fransa’da sembolizm denilince Henri de Réigner’in akla gelmediğini, “Ufukta bir ser-i maktuu andıran güneşi” mısraında sembol değil manzaranın olduğunu, teşbih ve istiare sanatını sembolizm zannetmekte acele edilmemesi lâzım geldiğini iddia eden Yahya Kemal, Piyale’nin mukaddemesinde Ahmet Haşim’in saf şiiri savunurken sarahat düşmanı görünmesine rağmen Haşim’in “aydınlık bir şair olduğunu” söyleyiverir. Münir Serim, Hâşim’in daha ziyade Verhaeren ve Rodenbach’ı sevdiğini hatırlatmış, ancak Piyale şairine tam anlamıyla sembolizm atfedilemeyeceğini söyleyerek mutabakatı sağlamış, toplantının istirahat vakfesinde ise Fransızca antoloji elden ele dolaşmıştır.

Kültür Haftası.
Kültür Haftası.

Kültür Haftası yarânının sözcüsü Peyami Safa’ya ait şu cümleler Antoloji’ye yöneltilen objektif ilk eleştiriler olması bakımından dikkat çekicidir:

“Tesadüfen açılan her sahifede ya bir tercüme bozukluğu ya baştan aşağı okunmadığı için bir eserden rastgele alınan parçanın müellif hakkında çok fena fikir veren manasızlığı yahut da antolojinin tanzimine hâkim olan dostane ve tarafgirane zihniyetin acayip tezahürleri göze çarpıyordu. Bu eseri meydana getirmek için cidden faydalı ve güzel bir fikrin salahiyetsiz ve meçhul ellerde uğradığı hazin akıbet, büyük bir teessür uyandırdı.”[3]

Kültür Haftası’nda ileri sürülen görüşler ve ertesi gün Peyami’nin Tan gazetesinde neşredilen yazısı, aksiyona dönüşmüş, nihayet bütün dikkatler Vedat Nedim Tör ve antolojiye yönelmişti. “Servet-i Fünun edebiyatından sonraki şairlerin, romancıların, nasirlerin eserlerinden parçaların bir araya getirildiği antoloji birçok mahzur ve yanlışlarla doludur.” der Peyami ve şöyle devam eder:

“Bu edebiyat antolojisinde içtimaiyatçı Ziya Gökalp var, fakat İstiklâl şairi Mehmet Akif yoktur; Yüzellilik Refik Halit var, fakat Rıza Tevfik yoktur; pek genç şair Ahmet Muhip var, fakat Mithat Cemal, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi olmadığı gibi Ahmet Muhip’in hem mektepte hem de edebiyatta hocası ve onu tanımamıza delalet eden Ahmet Hamdi de yoktur. Olmayanlar içinde temsil kabiliyetini haiz isimler daha sayabileceğimiz gibi olanlar arasında ayrıca Türk edebiyatıyla münasebetini herkesin pek tereddütle karşılayacağı imzalar gördük.

Yahya Kemal.
Yahya Kemal.

Bu Antoloji’yi kimin veya kimlerin yaptığı da belli değildir. Eser bir istatistik risalesi olmadığına ve içinde tarafgirane hükümler de bulunduğuna göre, onu vücuda getirenin gizli kalması ayrıca hayret ve şüphe uyandırıyor. Türk edebiyatını yabancılara tanıtmak gibi iddiaların en büyüğü ile ortaya çıkan eserin, salahiyeti bütün memleketçe münakaşa kabul edilmeyen bir heyete havale edilmesi şarttı. Bu mevzuda anonim bir kitap, anonim bir mektup kadar az dürüsttür. Üstüne sadece “Matbuat Umum Müdürlüğü” gibi bir resmî kayıt bulunması da, eserin propaganda kitabı olduğunu haykırdığı için bu nokta üstünde çok hassas olan yabancı memleketlerde okunmasına mâni teşkil eder.”[4]

Peyami Safa.
Peyami Safa.

Şair ve yazar tercihlerinde kasıtlı bir seçimin yapıldığı anlaşılan antoloji, dönem Türkiye’sinin politik havasının izdüşümlerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Mehmet Akif, Halide Edip, Cenap Şahabettin, Rıza Tevfik ve Namık Kemal gibi muzır (!) isimlerden özellikle kaçınılan antolojinin asıl amacı, modern Türk edebiyatını Avrupa’ya tanıtmaktan ziyade, Türk elitlerinin dünya görüşünü yansıtmak ve yeni Türkiye’nin geçirdiği büyük değişimi sanat yoluyla izah etmekti.

Peyami’nin Kültür Haftası’nda ve Tan’daki yazılarından hemen sonra, Haber gazetesi yazarlarından Vâlâ Nûreddin, “Fransızca Neşredilen Resmî Antolojide Zikredilemeyen Milli Meşahirimize Bakın”[5] başlıklı ilgi çekici yazısında, Ahmet Muhip, Yaşar Nabi, Ahmet Kutsi, Cevdet Kudret gibi isimlere yer verilmesine rağmen Abdülhak Hamid, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Rahmi, Halide Edip, Mehmet Akif, Rıza Tevfik, Ahmet Rasim, Ercüment Ekrem, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya ve Halit Fahri gibi meşhurların antolojide zikredilmemesine şaşırdığını söylüyor. Ziya Gökalp, Ahmet Hâşim, Refik Halit ve Nâzım Hikmet gibi Cumhuriyet sanatçılarının antolojiye alındığını kaydeden Vâlâ Nûreddin kerhen şöyle söylemek zorunda kalıyor: “Belki de sırf Cumhuriyet rejimine hizmet etmiş genç kalemler aranılmış”.[6]

Son Posta’ta imzasız yayınlanan ve gazete yönetiminin görüşünü doğrudan yansıtan, üstelik alaycı bir üsluba sahip bir yazıdaysa[7] antolojinin güzel bir teşebbüs olduğu belirtiliyor ancak takip edilen maksadın anlaşılamadığı ve büyük yazarların neden seçilmediği sorulduktan sonra, “Bu noksanlarına nazaran eserin Türk edebiyat ve ediplerini Garp âlemine tanıtan sadık bir tercüman olabileceğine artık ister inan, ister inanma!” deniliyordu.

Hikmet Feridun Es ve Muazzez Faik’in neredeyse aynı günlerde yayınlanan röportaj serilerinde, iki farklı kesimin değerlendirmeleriyle karşılaşıyoruz. Vedat Nedim Tör ve ekibinin antolojiye bilerek yer vermediği otorite isimlerle, hazırlanan propaganda kitabında yer bulan yazıcıların meseleyi iki farklı zeminde kritik ettikleri görülüyor: Birinci sınıf, antolojinin Türk edebiyatını Avrupa’da tanıtmaya kâfi olup olmadığı ve yazar seçimlerinin yanlışlığı ile ilgilenirken, ikinci sınıfın eski-yeni tartışması başlatarak niza çıkarmaya çalışmalarıdır. Üstelik meseleyi şahsileştirmeye çalışanların, “öncekiler-sonrakiler” gibi tuhaf bir kavganın fitilini ateşlemeye gayret ettikleri görülmekle birlikte, bu yazıcı sınıfının antoloji etrafında kopan fırtınanın içyüzünü derinlemesine yorumlayamadıkları fark ediliyor. Hal böyleyken Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör’ün tutumu ve hiç şüphesiz devletin, hakçası yönetim elitinin temel niyeti de aşikâr oluyor.

Sanat ve edebiyat kamuoyundan beklenmeyen şiddetli bir muhalefet, Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör’ü telaşlandırmış olmalı ki nihayet hükümetin resmî gazetesi Ulus’ta eleştirilere cevap vermek zorunda kalmıştı. Tenkitler karşısında kendini savunmaya çalışan Vedat Nedim, her antolojinin aslında bir “torzo”, yani mükemmeliyet ve tamlık iddiasında olamayacağını, üstelik daima bir kırık heykele benzeyeceğini ileri sürer. En büyük kabahatlerinin aslında ilk ve biricik antolojiyi hazırlamak olduklarını, oysa herkesi tatmin edebilecek bir antolojinin mümkün olmadığını, çünkü antolojinin bir seçme işi olduğunu söyleyen Tör, “Bir antolojiye girecek eserleri bir fert de seçse, bir heyet de seçse, ölçü ferdi zevk veya kolektif zevk olacağına göre gene birçok kimselerin zevkini tatmin etmeyebilir.”[8] der.

Antolojinin neden 1908 sonrası dönemi ihtiva ettiği yönündeki eleştirilere de cevap veren Tör’e göre çerçevenin önceden belirlendiğini, haliyle eski sanatçıların antolojide yer almamasının gayet tabi olduğunu, çağdaş yazarlar arasında da esere girmesi gereken şahsiyetler olabileceğini söyledikten sonra skandal bir cümleye imza atarak antolojinin arka planını aşikâr eder:

“Birçok muhterem şahsiyetleri yemeğe davet etmek mecburiyetinde olan bir ev sahibi tasavvur ediniz ki, evi ve çevresi dardır ve hepsini birden davet edememek vaziyetindedir. O vakit bu ev sahibi ne yapar? Misafirlerini, iki, üç ve icabına göre dört, beş parçaya ayırır ve ayrı ayrı zamanlarda davet eder. Birinci ziyafette hazır bulunmayanlar hiçbir vakit alınmazlar. Nitekim bizim ediplerimiz arasından da ilk antolojiye girmeyenlerin hiçbiri alınganlık eseri göstermediler.”

Kavga şiddetli münakaşalarla devam ederken antoloji aleyhinde ve kısmen lehinde yazanlar arasında kimler yoktur ki: Ellinci sanat hayatını kutlayan Halid Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi, Peyami Safa, Vâlâ Nurettin, Sadri Ertem, Ercüment Ekrem, Ali Naci Karacan, Hüseyin Cahit Yalçın, Nahit Sırrı, Falih Rıfkı, Sami Paşazade Sezai, Fuat Köprülü, İsmail Habip, Mithat Cemal, Yusuf Ziya, Orhon Seyfi, Ahmet Muhip, Ahmet İhsan, Yusuf Şerif…

Antolojinin yayınladığı günlerde 50. sanat hayatını kutlayan büyük romancı Halid Ziya Uşaklıgil tumturaklı ve en sert tepkiyi göstermişti. Antolojide yer verilmediği hâlde müstağni bir yazar olarak Vedat Nedim’in kurmak istediği edebî sofraya ihtiyacının olmadığını şaşaalı cümlelerle söyleyen Halid Ziya’ya göre, “bu fahiş hatanın hükümetçe tesis olunmuş bir heyetin resmi sahabeti altında ve onun mührünü, mesuliyetini taşıyarak yapılmış olması” işin asıl tuhaf yanıydı. Devletin, hakçası iktidarın resmi görüşünü yansıtan antolojinin yanlış politikalar yüzünden problematik olduğunu iddia eden Mai ve Siyah’ın yazarı öfkelidir:

“1908 senesi bizde hangi edebî mektebin mebde tarihidir? Divan edebiyatına çıkmak düşünülmemiş olmak belki muhiktir, fakat onu takip eden ve divan edebiyatının zincirlerini kıran Tanzimat Edebiyatı teceddüt yoluna giren Türk lisan ve sanatının tabi bir başlangıcı değil midir?

Bugün şöyle böyle uzun asırlardan sonra vücuda gelmiş bir edebiyatımız, bir dilimiz var. Bunu en dar çerçeveye en fakir bir sermaye ile sıkıştırıp ecnebilere karşı bakınız “Türk’ün sanat kabiliyetlerinden doğmuş eserlere” demek genel teşbihe müracaat edeceğim, aynı ile Türk mahsullerini tağşiş ederek onları ecnebi ticaret pazarlarına sevk eden tacirlerin hareketlerine benzetilecek, hata tabirinden çok daha mühim bir şeydir ki onun müstahak olduğu kelimeyi bulamıyorum.”[9]

Devrin önemli edebiyat otoritelerinden İsmail Habip Sevük de antolojinin gelişigüzel hazırlanmasından rahatsızdı. İsmail Habip, Türk Edebiyatını yabancılara tanıtma iddiasıyla yayınlanan, üstelik resmi bir imza taşıyan antolojinin lalettayin hazırlanmasına sert sözlerle yüklenir:

“Kitap devlet ifadesi, resmi damga taşıyor. Ecnebi bunu devletin kendi ifadesini gösteren bir eser diye görecektir. Bu damga altında bu derece noksan, kifayetsiz bir eser çıkamaz. Çıkmamalıdır. Böyle resmi bir mahiyet taşıdığına göre bu işin daha etraflı, Türk edebiyatının muhtelif sahalarında bugünün varlıklarını ecnebilere karşı iyi ve toplu gösterecek bir şekilde yapılması lazımdı.”[10]

Esere dâhil edilen şairlerden Ahmet Muhip verdiği bir mülakatta, antolojinin devlet tarafından bastırılmış olmasına rağmen son dönemin en kuvvetli temsilcisi Nâzım Hikmet ve hatta memleket dışındaki Refik Halid’i alacak kadar büyük bir tarafsızlık gösterdiğini iddia edecekti.[11] Oysa o günlerde mutat zevat tarafından hem Nâzım Hikmet hem de Refik Halid için Çankaya sofrasında arka kapı diplomasisi uygulanıyor, iki sanatçının lehinde birtakım çalışmalar yürütülerek korunuyordu. Ahmet Muhip’in şu cümleleri antolojinin hazırlanma gayesini izah etmesi bakımından dikkat çekicidir:

“Bu antolojiye girenlerin Türk edebiyatını temsil etmediklerini, yapılacak bir Türk edebiyatı antolojisinde ancak Abdülhak Hâmid, Halid Ziya, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Mehmet Rauf, Namık Kemal gibi büyük edebiyat otoritelerinin bulunması lâzım geldiğini bağıranlar var.

Émile Verhaeren.
Émile Verhaeren.

İnkılaptan sonraki Türk Edebiyatını hâlâ bu zatlarla tanıtmaya çalışmak şöyle dursun, hatta bu büyük otoritelerin tek satır yazmamaları Türk edebiyatının selameti için lazımdır. Türk edebiyatını korumak isteyen bu zatlar, bu feragati neden göstermiyorlar? .../… Eğer antolojide hep eskileri göstermiş olsaydık şimdiye kadar geçirdiğimiz büyük değişikliği inkâr etmiş olurduk. Eğer Türk edebiyatı bugün hâlâ Aşk-ı Memnu, hâlâ Binnaz, hâlâ Gönülden Sesler’le temsil edilmek zavallılığına düşmüş olsaydı biz hâlâ yirmi sene evvelki olduğumuz yerde sayıklıyoruz demekti. Biz bu kadar zavallı değiliz!..”[12]

Cumhuriyetin ilanını takip eden 1930’lu yıllar boyunca, Büyük Harp ve İstiklâl Savaşı yorgunu Türk aydını, Yeni Türkiye’nin değişiminde kerhen sessiz kalmış, görüşlerini açıklamaktan özellikle imtina etmişti. Aydınlar, yazarlar, hatta şairler haklı olarak siyasi zümrenin tekelinde yoğrulan Türk siyasetine doğrudan müdahil olamamış, ciddi ve çok mühim meselelerde kendi kanaatlerini izah edememişti. İşte bu çekince ve tekelci politik zümre baskısı dolayısıyla Türk aydınları ülkenin siyasi ve medeni gündemiyle alakalı konularda susmayı tercih ederek inzivaya çekilmişlerdi. Magazinel ve sansasyonel meselelere yüksek bir ilgi göstermeleri onların büyük talihsizlikleridir. Oysa uzunca zamandır söylemek isteyip de söyleyemediklerini bazen gizli bazen mecaz yollara başvurarak ileri sürmeleri bu sükût suikastının ve baskının dışa vurumuydu. 1930’lu yıllar boyunca Türk basınında hiç görülmeyeceği kadar anketler, seri röportajlar yapılması ve sanatçıların ilgili ilgisiz her soruya cevap vermesi, aslında sessiz bir muhalefet diliydi.

Halid Ziya Uşaklıgil.
Halid Ziya Uşaklıgil.

Türkiye’de Güneş Dil Teorisi ve tarih tezlerinin hükümet sözcülerince konuşturulduğu, dünyada ise Japonya-Moğolistan ve İtalya-Habeşistan çatışmasının ayyuka çıktığı bir zamanda, sanat elitlerinin antoloji ekseninde kavgaya girişmesi tuhaf görülebilir. Oysa antoloji, basit kıskançlıkların, sen ben davasının tezahürü değildi, aksine daha geri planda kurgulanmış bir tasfiye hareketiydi ve yönetim elitinin asıl amacı Avrupa’da Yeni Türkiye imajı yaratmak tasarısıydı. Falih Rıfkı’ya göre aslında “Yeni Türkiye’nin maddi ve manevi manzarasını tanıtmak”tı.[13]

Rüştünü ispat ettiği halde, Süper Mürşid makamına yükseldiği için Vedat Nedim’in klik ekibince antolojiye alınmayan Necip Fâzıl, “Zavallı Türk edebiyatı” der ve şöyle devam eder:

“Seni diplomatik valiz içinde gümrüklerden kaçırmak isteyenlere bilmeden ihanet ediyor ve yasak eşya halinde istasyon rıhtımlarına dökülüyorsun. Bilmiyorsun ki sen, cevherinin terkibini bulduğun ve yasaklarını kurduğun gün, sivri burunlu ve miyop bakışlı Avrupa kuyumcuları ayağına kadar gelecektir.”[14]

Kavga şiddetli münakaşalarla devam ederken antoloji aleyhinde ve kısmen lehinde yazanlar arasında kimler yoktur ki: Ellinci sanat hayatını kutlayan Halid Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi, Peyami Safa...
Kavga şiddetli münakaşalarla devam ederken antoloji aleyhinde ve kısmen lehinde yazanlar arasında kimler yoktur ki: Ellinci sanat hayatını kutlayan Halid Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi, Peyami Safa...

Fransızca antolojiyi Türk sanat elitlerinin gündemine almasına yol açan Peyami Safa, tartışmaların içeriği, üslubu ve usulü hakkında ise rahatsızdır. Bütün tartışma ve polemiklerde, meselenin şahsileştirilmesinin yanlış bir usul olduğunu kaydeden Peyami’ye göre, “Edebiyatımızda şahıslara bağlı olmayan mücerret fikir meseleleri edebiyatçılarımızı harekete getiremediği hâlde, benliklere ait bir kasıt veya ihmal, herkesi çileden çıkarıyor. Bizde her fikir münakaşasının ve her edebiyat meselesinin gayrişahsi manasından ayrılarak eninde sonunda, benliklerin dasdaracık hudutları arasında sıkışıp, tıkanıp, boğulup kalması bundandır.”

Yönetim ve sanat elitinin birbirini anlamaktan uzak tutumlarının ülkeye zarar verdiği görülmekle birlikte, benliklerin şaha kalktığı bu hengâmede usule ait bir tenkidin müessir olamayacağını da söyleyen Peyami’nin son cümlesi, onun her meseleye herkesten çok daha farklı ve geniş şümullü baktığının açık bir vesikasıdır:

“Bu Antoloji galeyanının bize en çok temenni ettirdiği şey, edebiyatçılarımızın aynı hararet ve hassasiyeti edebiyatımıza ait fikir meselelerinde de gösterebildiklerine şahit olmaktır.”[15]

Nâzım Hikmet.
Nâzım Hikmet.

[1] Peyami Safa, “Garip Bir Antoloji”, Tan, nr. 6, 13 Şubat 1936, s. 6

[2] “İntihale ve Hâşim’e Dair Konuşuldu”, Kültür Haftası, 12 Şubat 1936, nr. 5, s. 81

[3]Kültür Haftası, 12 Şubat 1936, nr. 5, s. 81

[4] Peyami Safa, “Garip Bir Antoloji”, Tan, nr. 6, 13 Şubat 1936, s. 6

[5] Vâlâ Nûreddin, “Avrupalılara Propaganda Yapacağız Diye Devlet Parasıyla Ahbap Kayırıyorlar: Fransızca Neşredilen Resmî Antolojide Zikredilemeyen Milli Meşahirimize Bakın”, Haber, 17 Şubat 1936, s. 1-3

[6] Vâlâ Nûreddin, Haber, 17 Şubat 1936, s. 3

[7]Son Posta, “İster İnan İster İnanma”, 16 Şubat 1936, s. 2

[8] “Fransızca Antoloji Hakkında Matbuat Umum Müdürü Ne Diyor?”,Ulus, 20 Şubat 1936, s. 3

[9] Muazzez Faik, “Halit Ziya Ortada Hatadan Çok Daha Mühim Bir Şey Var Diyor”, Son Posta, 25 Şubat 1936, s. 1-10

[10] Muazzez Faik, “Sami Paşazade Sezai ve İsmail Habip’le Mülakat”, Son Posta, 24 Şubat 1936, s. 1-10

[11] Hikmet Feridun Es, “Ahmet Muhip: Bizden Evvel Kim Vardı, Ortaya Kim Ne Koydu?”, Akşam,1 Mart 1936, s. 5-

[12] Hikmet Feridun Es, Akşam,1 Mart 1936, s. 5-10

[13] “Falih Rıfkı Atay’a Göre”, Son Posta, 29 Şubat 1936, s. 5

[14] Necip Fâzıl Kısakürek, “Antoloji ve Doğurduğu Mesele”, Ağaç,14 Mart 1936, s.

[15] Peyami Safa, “Antoloji Galeyanı”, Tan, 27 Şubat 1936, s. 2