Devlet malı kime deniz?

Devlet malı kime deniz?
Devlet malı kime deniz?

Hepimiz bir yandan köleleştirildik, öbür yandan da kendimizi menfaatimizin kölesi hâline getirdik. Menfaatimizin kölesi hâline getirilerek köleleştirildik. Bir asırdır kendilerinden hükmetme hakları alınan Müslümanlar’ın vazifesi devletini merdut kılmak, dolayısıyla onu menfur bellemek, bir sonraki fasılda da yağmalanılası bir deniz görmek değil, hükmetme hak ve salâhiyetlerine sahip çıkacak bir nizamın hayalini gütmek ve bu uğurda gayretten geri durmamak.

İnsanımız bütünüyle menfaatinin esiri. Menfaatimizin kölesiyiz. Menfaatimizin kölesi olduğumuzdan da bizi kimlerin, ne vakit ve nasıl köleleştirdiğini bir türlü hesaba katamıyoruz.

Menfaatinin kölesi olmayanlarımızın istisnası, hesaba katılmayı hakketmeyecek kadar düşük. Belki asıl istisna, menfaatini şahsi kılmanın ötesinde, belli bir muhite, çok daha azı içinse memlekete teşmil eden ender fert. Öyle badirelerden geçirildik, bizi merhametsizce öyle fena uçurumlardan yuvarladılar ki canımızı kurtarmak için saptığımız ve hak yol bildiğimiz patikalar, bizi ahlâksızlığın, hayasızlığın ve edepsizliğin meydanlarına çıkardı. Aramızda bu vasıflardan mahrum kalanımızı koydunsa bul.

‘Benim’seyemediğimiz, böylelikle ‘bizim’seyemediğimiz devlet malı deniz bize göre ve onu yemeyen domuz. Son asır dolaşıma soktuğumuz lâflardan. Yeri geldikçe ve hatta gelmedikçe o kadar çok dillendirdik ki bu lâfı, hiçbirimizin aklına bu sözün hakikatini tahkik gelmiyor bile. İnandık; başkaları bizi inandırmadı bu batıla, biz kendi kendimizi inandırdık. Nasılsa devlet bizim değil, başkalarının ya. Madem içine doğduğumuz ve yaşamaya devam ettiğimiz bu devlet bizim değil, öyleyse ondan mümkün mertebe vergi kaçırmak da ve hatta devletin hazinesine akan musluklardan birinin yakınında bulunurken gözümüzü doyuracak kadarını sahiplenmek de hakkımız. Kul hakkı mı? Geçiniz efendim. “Biz kul hakkı yemiyoz ki, devlet hakkı yiyoz.”

Devlet malı denizse biz de o denizde yüzme hakkına sahibiz yani.

Bu devlet kimin?

Peki, ama devlet bizim değilse kimin?

Bu suâli sorup da ecel terleri dökmek hiçbirimizin işine gelmiyor. Çünkü bu suâl başkalarını beraberinde getirecek ve nihayetinde o güne kadar kurduğumuz tezgâhı darmadağın edecek ve neticede nice mes’ûliyetleri üstlenmek mecburiyetinde kalacağız. Yani durup dururken başımıza iş alacağız. İyisi mi içinde yaşadığımız devleti, benimsememek. Kurt puslu havayı sever misali.

Demek ki bu ve benzeri abes sorularla iştigâl etmektense devlete akan çeşmelerden küpümüzü doldurmak daha yeğ, değil mi? Çünkü bu sorunun bizi taşıyacağı merhâle belli: Madem içinde yaşadığın devleti benimsemiyorsun, o hâlde yakın veya uzak istikbâlde benimseyeceğin bir devlete sahip olmak için neler yapmaktasın? Can yakan bir soru bu. Sıkıcı, bunaltıcı, hafakan çağırıcı bir istintak. Hâlbuki mevcuda göre vaziyet alıp şartlardan istifadenin yollarını aramak daha kazançlı değil mi? Devlet malı deniz yahu.

Devletin denizinde gemisini yüzdürmek

Kendimize itiraf etmesek de hepimiz, pek azımız müstesna hepimiz, devlet isimli bu dipsiz denizin derinliklerine dalmak istiyoruz. Kimimiz bu denizde koca koca gemilerle, olmadı küçücük bir kayıkla, o da olmadı şöyle derme-çatma bir salla enginlere açılmanın derdinde, kimimiz denizin dibindeki hazinelerin peşinde; kimimizse o denizin kenarında güneşlenmekle yetinmeyi hedeflemekte. Herkesin bu denizle kurmak istediği münasebet, hayal gücüyle irtibatlı ve cesaretiyle sınırlı. Kimimizse başkaları adına o denizdekileri yağmalamakla iktifa ediyoruz. Heybedekilerin çoğu o başkalarına gidiyor ama onlara da birkaç kırıntı kalıyor ya. Ve o kırıntıların yanında bir de nam. O kimseler için nam, şan, şöhret, Karun’un Hazineleri’nden daha kıymetli. Yetişme devirlerinde ailesi ve arkadaşları tarafından ezilmiş, ezilmek ne kelime, cılkı çıkarılmış nefislerini şişirmek için muhtaç oldukları yegâne şey, nereden ve nasıl geldiğini sorgulamayacakları şöhret.

Deniz orada durdukça, suyu da tükenmedikçe ye babam ye. Bizi birbirimizden ayıran yegâne fark, bazılarımızın yemeğe başlamadan evvel besmele çekmesi, bazılarımızınsa yemek boyunca rakı içmesi. Ortak vasfımız, devlet malını yemeyi hak bellememiz.

Hâlbuki devlet, hükmi bir şahsiyettir ve ona karşı çıkmak icap ettiğinde tam cephesinde durmak, gerektiğinde ona pekâlâ sahip çıkmak mümkün. Zaten devlet, esasen bu millete atalarından kalan yegâne miras.

Bu hususu belki kısmen, bir beldeyi fethetme misali üzerinden idrake çalışmak kabil. Öyle ya, bir memleket dârül harp iken Müslümanlar tarafından fethedildiğinde orası ânında dârül İslâm’a dönüşmüyor mu? Benzeri bir şekilde, sahiplenilmeyen bir devlet de, sahiplenilmesine mani evsafından arındırıldığında, bir nevi fethedildiğinde benimsenmeye lâyık ve hazır hâle gelmiyor mu?

Meseleye böyle bakamamamızın sebeplerinden biri de menfaat hırsımızın bizi körleştirmesi ve körkütükleştirmesi.

Yağma Hasan’ın böreği

Devleti yağmalanılası bir deniz görmemizin sebebi, devlet ile hükûmeti ve hükûmet ile rejimi ve hatta devlet ile rejimi bir ve aynı zannetmek; aralarındaki farkı ya bilmemek veya inadına bilmezden gelmek. Öyle ya, fethedilen bir memlekette ilk iş, o memlekette her ne var ise hepsini yıkmak ve yerine yenilerini inşa etmek midir yoksa İslâm’a aykırı olanlarını ayıklamak ve gerisini de meşrulaştırmak mı? Demek ki bir asırdır kendilerinden hükmetme hakları alınan Müslümanların vazifesi devletini merdut kılmak, dolayısıyla onu menfur bellemek, bir sonraki fasılda da onu yağmalanılası bir deniz görmek değil, hükmetme hak ve salâhiyetlerine sahip çıkacak bir nizamın hayalini gütmek ve bu uğurda gayretten geri durmamak.

Fakat bir asırlık maceramızda Müslümanlar’ın hükûmetle, devletle ve rejimle münasebeti hiç de bu niyetin gölgesini barındırır bir tarzda ilerlemedi. İktidara talip olanların da, o talipleri iktidara taşıyanların da gizli maksadı, kendilerine muarız mevcut rejimi değiştirmek yerine, varolan vasatın imkânlarından nemalanmak şeklinde cereyan etti. İtiraz kılığında sesini yükseltenleri ses yükseltmeye sürükleyen saik de benzeri: “Accığ da bağa vir!”

İktidarın sırrı

Kendilerini devletin sahibi veya vekili görenler de vakti zamanı her geldiğinde onlara önce azıcık verdi, sonra çoğunu, daha sonra daha çoğunu. Onlar da aldıkça aldılar, yedikçe yediler; etrafındakilere yedirenler daha da çok iktidarda kaldılar. İktidarda yani devlet denizinden yeme hakkının bekçiliğinde. Sahiden de kendilerini devletin banisi, sahibi veya vekili görenlere, kimi yeraltı kanalları vasıtasıyla o denizin suyu bolca tahsis edilmişti; o da ayrı bir mesele ya. Memleketin ahalisine düşen pay bir iken bu ekâlliyete düşense bin.

Gel zaman, git zaman görüldü ki devlet ile rejimi birbirinden ayıramayan veya menfaati icabı ayırmaya tevessül etmeyenlerin iktidarındaki irtikâb, usûlsüzlük, yolsuzluk ve fesat rivayetleri arşa çıkınca bu sefer ahali, kendilerinden addettikleri ile kendilerinden beri saydıklarının aralarındaki makasın neredeyse tamamen kapandığını görünce bu sefer onlar da makas değiştirdi ve senelerdir onları tahkir edenlere bir hak vermeyi münasip buldu.

Koca memleket, en azından kahir ekseriyeti, hükümet bakımından olmasa bile şehremaneti zaviyesinden, kendisini devletin banisi vehmedenlere teslim edildiğinde netice işte böyle vahim: deveyi hamuduyla götürmek. Ahali, hem hükûmetini, hem de şehremanetini kimlere emanet etmişse onların da kendini devletin banisi zannedenlerden bir farkı kalmadığını gördükçe bu sefer kendisini idare hakkına lâyık gördüklerinden bu hakkın bir kısmını geri almak ve asla itimat etmediği o malûm banilere istemeye istemeye devretmek mecburiyetinde kaldı. Netice ise kimselerin aklına getiremediği kadar büyük bir felâket: Şehrin altından akması lâzım gelen muzahrafat, şehrin en yüksek tepelerinden taştı.

Bütün bu yolsuzluk, hile, dümen, hırsızlık ve irtikap lâğımlarının taşmasının en büyük faydası, memleketin gördüğü en deni siyasi kuklası sadedindeki Papasakis lâkabına lâyık kişiyi de süpürüp götürecek gibi görünmesi.

Buna da şükür Ya Rabbi.

Sıra geldi devletin malına göz dikmektense devleti kendi malımız kılmanın yollarını tasavvur etmeye başlamakta.