Aileye uluslararası darbenin hukukî adı: CEDAW

Aileye uluslararası darbenin hukukî adı: CEDAW
Aileye uluslararası darbenin hukukî adı: CEDAW

Müslümanların Kur’an ve sünnetin doğrudan düzenlediği bir alanda herhangi bir değişiklik yapamayacakları çok net bir husustur. Bu sebeple Sözleşme ile zıtlık veya uyumsuzluk ifade eden âyet ve hadislerin CEDAW’a uygun yorumlanmaya kalkışılması tahriften başka bir şey olmayacaktır. Bu Sözleşme’yi kabul edip de kanun ve sosyal politikalarını buna göre düzenleyen bütün ülkelerde boşanmalar artmış, evlilikler ve çocuk sayısı azalmıştır. Bu sebeple eğer aile ve nüfus korunmak isteniyorsa bu Sözleşme’den çekilmeli ve buna göre düzenlenmiş kanunlar ve politikalar da değiştirilmelidir.

Son yayımlanan istatistiklere göre toplam doğurganlık hızı 1,48 çocuğa düşmüş durumda.Yani 15-49 yaş grubundaki kadınların ortalama çocuk sayısı düşmeye devam ediyor. TÜİK’in sitesindeki bilgilere göre 2014 yılından itibaren aralıksız düşüyor. Tabii bu arada evlilikler azalıyor, boşanmalar artıyor. Bu rakamların verdiği alarm nedeniyle de çözümler aranmaya, çeşitli tedbirler alınmaya çalışılıyor ya da öyle lanse ediliyor. Fakat gördüğümüz kadarıyla bu husustaki köklü nedenlerle alâkalı ne bir çalışma var ne de bir farkındalık.

Yukarıda saydığımız hususlar başta olmak üzere ülkemizdeki aile ve ahlâkla ilgili problemlerde mühim köklü nedenlerden biri olarak gördüğümüz CEDAW’dan kısaca bahsedeceğiz.

Tam adı, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination against Women)”olan CEDAW, 18 Aralık 1979’da BM Genel Kurulu’nda kabul edilmiş. Türkiye Sözleşme’ye 1985 yılında katılmış, 19 Ocak 1986 tarihinde de yürürlüğe girdirmiş.

Sözleşmeye taraf devlet sayısı 189. ABD ve Palau Adası imza attığı halde meclislerinde onaylayıp taraf olmamış; Vatikan, İran, Niue Adası, Somali, Sudan, Tonga Adası ise Sözleşme’yi hiç imzalamamış.

Başlangıçta belirtilen ve maddelerde yer alan hususlara göre CEDAW’ın en temel amacı, kadınlarla erkeklerin hemen her alanda eşitliğini sağlamak ve her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmak. Kadın-erkek arasında biyoloji haricinde hiçbir farklılığı tanımayan Sözleşme, mutlak eşitliği savunmakta ve taraf devletlerden bunu hukûkî, politik, iktisâdî, içtimâî, kültürel ve diğer alanlarda gerçekleştirmesini istemekte.

CEDAW komitesi ve denetim sistemi

Sözleşme sadece bir normlar bütünü değil, aynı zamanda özel bir denetim mekanizmasıyla destekleniyor. Bu denetimi yürüten yapı ise CEDAW Komitesi.

Sözleşmeye taraf olan ülkeler, imzayı takiben bir yıl içinde ve ardından her dört yılda bir CEDAW Komitesi’ne düzenli raporlar sunmakla yükümlüler (Madde 18). Komite, bu raporları dikkatle inceleyerek Sözleşme’nin uygulama durumunu değerlendiriyor ve kendince kadın haklarının güçlendirilmesi konusunda devletlere yönlendirici tavsiye görünümlü emirler veriyor.

Komitenin çalışmaları sadece gelen raporlarla sınırlı değil. Kadınları etkileyen önemli konular hakkında zaman zaman “genel tavsiyeler” (General Recommendations) yayımlayarak taraf devletleri yönlendiriyor. Bu genel tavsiyeler, CEDAW’ın kapsamının genişlemesini sağlıyor. Mesela, İstanbul Sözleşmesi vb. belgelerin ortaya çıkış sürecinde CEDAW Komitesi’nin tavsiyeleri çok etkili olmuş.

2000 yılından bu yana yürürlükte olan İhtiyari Protokol ile de Komite, artık yalnızca devlet raporlarını değerlendirmekle kalmıyor; bireylerden ya da gruplardan gelen şikâyet başvurularını da alıp inceleyebiliyor.

Bu sebeple Komite, devletlerin taahhütlerini sürekli izlemekte ve hesap sorma yetkisini kendinde görmekte.

Türk hukukuna etkisi

CEDAW kabul edildikten kısa süre sonra iç hukukta etkisini göstermiş, zaman içinde Anayasa dâhil tüm kanunları etkilemiş. Bunun yanında Sözleşme’ye istinaden izlenen politikalar nedeniyle toplum sosyolojisine de yüksek oranda tesir etmiş. Buna rağmen nedense ülkemiz açısından önemi ve etkisi -özellikle dindar camia tarafından- yeterli düzeyde fark edilmemiş hâlen de edilmiyor. İstanbul Sözleşme’sini herkes biliyor ama onun kökü olan CEDAW’dan çok az kimsenin haberi var. (Bu arada geçmiş yıllarda Gerçek Hayat’taki birkaç yazısında bu konunun önemini ve vahametini anlatmaya çalışan Lütfi Bergen’i istisnâî bir örnek olarak zikretmek gerekir.)

Türkiye’deki tesirlerine birkaç örnek vermek gerekirse:

- 3 Ekim 2001 tarihinde Anayasanın 41. maddesinde değişiklik yapılarak, “Aile, Türk toplumunun temelidir” ifadesinin devamına “ve eşler arasında eşitliğe dayanır" ibaresi eklenmesi.

- Medeni Kanun’da erkeğin aile reisi ve aileden sorumlu olma ilkesi ve hükümlerinin, kadının bir iş seçimi ve dış dünyada çalışma için kocasından izin alma şartının kaldırılması.

- 765 sayılı eski Ceza Kanunu’nda, “Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhinde Cürümler” başlığı altında düzenlenen yani topluma karşı işlenmiş suç olarak görülen cinsel suçların, 5237 sayılı yeni TCK’da “Kişilere Karşı Suçlar” kısmında sayılması.

-Önce 1998’de 4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” çıkması, sonra 20 Mart 2012 tarihinde onun yerini daha problemli hükümler içeren 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un alması.

- İş Kanunu değiştirilerek çok sayıda işin ağır ve tehlikeli olmaktan çıkarılıp birkaç istisna haricinde her işte kadının çalışabilmesinin önünün açılması.

- Toplumsal cinsiyet eşitliğinin kabul edilmesi ve bunun devlet politikası haline getirilmesi. (Her ne kadar bu kavramın şu anda kullanımından vazgeçilmiş gözükse de “cinsiyet eşitliği” adıyla aynı içerik büyük oranda devam ettirilmekte)

- Yürütme organları içerisinde toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin politikaların belirlenmesi ve uygulanması süreçlerinde faaliyet gösteren birimler kurulması.

- 1985’ten sonraki hemen her kalkınma planında kadın-erkek eşitliğine, kadınların daha fazla istihdam edilmesine, karar mekanizmalarında daha fazla yer almasına vurgu yapan maddeler bulunması.

- Mecburi eğitimin önce 8, sonra da 12 yıla çıkarılması. CEDAW Komitesine Türkiye tarafından verilen raporlarda, zorunlu eğitim süresinin uzaması sayesinde kız çocuklarının daha uzun süre okula gönderileceği hem evlenme yaşlarının artacağı hem de istihdamlarının çoğalacağı ifade edilmiştir.

İslam hukukunda kadın ve erkeğin yaratılış farkları göz önüne alınarak hüküm tesis edilir. Esas olan mutlak eşitlik değil, adâlet ve hakkaniyettir. Zira her eşitlik adâlet getirmez; kimi zaman eşit davranmak zulme yol açabilir. Kadın ve erkeği birbirine rakip olarak konumlandıran yaklaşım, İslam’ın “tamamlayıcılık” ilkesine aykırıdır. Tüm haklar, görevler ve sorumluluklar bu tamamlayıcılığa göre düzenlenmelidir.
İslam hukukunda kadın ve erkeğin yaratılış farkları göz önüne alınarak hüküm tesis edilir. Esas olan mutlak eşitlik değil, adâlet ve hakkaniyettir. Zira her eşitlik adâlet getirmez; kimi zaman eşit davranmak zulme yol açabilir. Kadın ve erkeği birbirine rakip olarak konumlandıran yaklaşım, İslam’ın “tamamlayıcılık” ilkesine aykırıdır. Tüm haklar, görevler ve sorumluluklar bu tamamlayıcılığa göre düzenlenmelidir.

Fıkıh ve CEDAW arasında uyum olabilir mi?

CEDAW’ın tüm hükümlerini bir yazıda fıkha göre değerlendirme imkânı yoktur. Bu sebeple burada temel ilkeleri hakkında kısa bir değerlendirme yapacağız. İnşaallah, başka yazılarda farklı boyutlarına da değiniriz.

Sanayi devriminden sonra 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’da gelişen ve 1970’lerde zirveye ulaşan, feministlerin başını çektiği kadın hakları hareketlerinin başlangıçtaki kadınların sosyal hayatta ezilmesini önlemeye yönelik mücadelesi zamanla kadın-erkek eşitliği fikrine evrildi; bu eşitliğin en görünür alanı ise iş dünyası oldu. Sanayileşmenin ve kürevî kapitalizmin kâr hırsı arttıkça, kadının hem tüketici hem de işçi olması için çeşitli politikalar izlenmeye başlandı. Bunun iyi bir ambalajda sunulması gerekiyordu. Bu sebeple adı “özgürleşme” oldu. Kadınların çalışmasının bir hak ve hatta bir görev olduğu fikri yaygınlaştırıldı. İki dünya savaşı sırasında ve sonrasında oluşan işgücü açığı, büyük ölçüde kadın istihdamı ile kapatıldı.

CEDAW, Batı dünyasında büyük oranda tamamlanan bu sürecin tüm dünyaya yayılması çabalarının önemli adımlarından biridir. Sözleşmede kadın ve erkeklerin biyolojik fark dışında tüm yönleriyle eşit olduğu savunulmuş, bu eşitliğin sağlanmadığı her durum ise “kadına yönelik ayrımcılık” olarak tanımlanmıştır. Bu iddia bir uluslararası hukuk metni aracılığıyla devletlere yükümlülükler getiren bir norm haline getirilmiştir. Ancak dikkat çekici bir husus şudur:

“Kadına karşı ayrımcılık” olarak tanımlanan şeyler, çoğu zaman erkeklere tarih boyunca yüklenen roller esas alınarak belirlenmekte. Yani meseleye “kadınlara verilen roller ekseninden erkeklere ayrımcılık yapılıyor mu?” sorusuyla değil, “kadınlar neden erkek rollerini üstlenemiyor?” sorusuyla yaklaşılmakta. Dolayısıyla kadınlara atfedilen roller dolaylı olarak aşağılanmakta, hatta annelik dahi bu kapsamda değersizleştirilebilmektedir. Nitekim CEDAW Komitesi’nin Türkiye’ye yönelik eleştirilerinde, kadınların “anne ve eş” rollerinin fazla vurgulanmasından duyulan rahatsızlık açıkça dile getirilmiştir.

Oysa İslam hukukunda kadın ve erkeğin yaratılış farkları göz önüne alınarak hüküm tesis edilir. Esas olan mutlak eşitlik değil, adâlet ve hakkaniyettir. Zira her eşitlik adâlet getirmez; kimi zaman eşit davranmak zulme yol açabilir. Kadın ve erkeği birbirine rakip olarak konumlandıran yaklaşım, İslam’ın “tamamlayıcılık” ilkesine aykırıdır. Tüm haklar, görevler ve sorumluluklar bu tamamlayıcılığa göre düzenlenmelidir.

CEDAW’ın dayandığı bir başka temel ilke ise bireyselliktir. Kadın, Sözleşme’de çoğunlukla bir ailenin parçası olarak değil, bağımsız bir birey olarak ele alınıyor. 20. yüzyılın yaygın felsefî eğilimi olan bireyselleşme, özgürlük ve bağımsızlık adına, kadının ailesine ve çocuklarına karşı sorumluluklarını ikinci plana atar. Özellikle annelik rolü, “özgürlüğün önündeki engel” olarak tanımlanır.

İslam hukukunda da birey temeldir; ancak bu birey, cemiyet ve aileyle birlikte mânâ kazanır. Aile içinde kadın ve erkek farklı sorumluluklara sahiptir: Kadın çocuklarıyla daha yakından ilgilenir, erkek ise geçimi sağlar. Bu roller, hak ve görev dengesine dayanır. Ne kadın kariyer uğruna evini ihmal edebilir ne de erkek sosyal hayatta kendini ön plana çıkarırken ailesine yabancılaşabilir.

Her insan bir aile içinde dünyaya gelir ve annesi, babası, eşi, çocukları, yakın akrabaları, toplumu ve devletine hatta tüm insanlığa karşı çeşitli sorumlulukları vardır. Ne olduğu tam belirlenemeyen bir ‘özgürlük’ adına bunların terk edilmesi İslam’a uygun olmadığı gibi insanın yaratılışına da uygun değildir. Kadim bilgelik, insanın huzurunun bireysellikte değil, fedakârlıkta ve başkalarına faydalı olmakta yattığını söyler. Aile kurmak, fedakârlığı göze almak, ben-merkezcilikten uzaklaşmak demektir. Mutlak bireysellik ile sağlam aile yapısının bir arada olması ise gerçekçi değildir.

İslam çiğneniyor!

“İslam kadının ezilmesini, zulüm görmesini istemez, CEDAW da bunu düzenlemekte, bu Sözleşme’yi kabul edenlerin ana hedefi de budur” denilebilir. Ancak hem Sözleşme’nin kaleme alınma tarzı hem de kabul edildiğinden bu zamana kadarki uygulamalar bunu haklı çıkarmamaktadır. Öncelikle Sözleşme başlığında “zulüm” kelimesi değil “discrimination/ayrımcılık” kelimesi kullanılmış ve Komitenin açıklamalarında nihâî hedefin mutlak eşitlik olduğu farklı şekillerde defalarca ifade edilmiştir. Eğer haksızlık kastedilse idi buna göre bir kelime seçilmesi ve adâlete daha fazla vurgu yapılması gerekirdi. Sonra Komite kendisine verilen raporlarda “toplumsal cinsiyet adâleti” kavramının kullanımını dahi kabul etmemektedir.

Komite hem Tavsiye kararlarında hem de ülkelerin verdikleri raporlara eleştirilerinde sık sık Sözleşme’yle uyumsuz olan dinî ve örfî kuralların kaldırılmasını istemekte hatta daha ileri giderek Kutsal metinlerin Sözleşme’ye göre yorumlanmasını dilemektedir.

Müslümanların Kur’an ve sünnetin doğrudan düzenlediği bir alanda herhangi bir değişiklik yapamayacakları çok net bir husustur. Bu sebeple Sözleşme ile zıtlık veya uyumsuzluk ifade eden âyet ve hadislerin CEDAW’a uygun yorumlanmaya kalkışılması tahriften başka bir şey olmayacaktır.

Bu Sözleşme’yi kabul edip de kanun ve sosyal politikalarını buna göre düzenleyen bütün ülkelerde boşanmalar artmış, evlilikler ve çocuk sayısı azalmıştır. Bu sebeple eğer aile ve nüfus korunmak isteniyorsa bu Sözleşme’den çekilmeli ve buna göre düzenlenmiş kanunlar ve politikalar da değiştirilmelidir.