Sonsuz bir şimdiki zaman

Bugün burs başvurusu yapacağım kuruma geç kalmama işini fazlaca abartmış ve henüz sabah olmadan yola çıkmıştım. Kaybolacağımdan ve yolun beni, şehri yukarıdan izleyebildiğim bir tepeye getireceğinden habersiz… Geç kalmayayım diye daha gün aymadan yurttan çıkmama rağmen, şahane (!) yön duygum sayesinde kaybolmuştum işte. Burs fırsatını kaçırmak istemediğim için dolmuş, otobüs, metro artık ne bulursam aramaya başlamış; hafif de tedirgin olmuştum ki o geldi uzaktan. Ağır ağır ama kendinden emin. Çok eski ama eskimeyen bir dost gibi. Ve durup, gelişini öylece izlemeye başladım. Ne kadar uzun zaman olmuş ona böyle sükûnetle bakmayalı. Hoş geldin, gün.
Şimdi tam burada, gecenin günden ağır ağır, acelesiz, emin adımlarla ayrılmaya başladığı şu dakikalarda; gökyüzünde acıklı bir filmin açılış sahnesi oynuyor. Güneş önce ufukta beliriyor, önüne kattığı büyüklü küçüklü bulut kümelerini cılız ışığıyla dağıtmaya çabalıyor. Uzun ve dar binaların, gri memur dairelerinin, senden benden akıllı rezidansların, yorgun güvercinlerin birkaç dal parçasıyla tapuladığı çatı katlarının, geceden kalan sigara küllerinin soğuk zemine yayıldığı balkonların arasında sıkışıyor bir müddet. Şehirde sıkışan umutsuz insanlar gibi. Sonra var gücüyle şehrin tepeleri yahut tepeleşen şehirlerden kurtarınca başını güneş, daha kuvvetle parlıyor. Yükseldikçe özgürleşiyor, yükseldikçe kendini buluyor, yükseldikçe amacına ulaşıyor. Şehirden kurtulan umutlu insanlar gibi.
Sınavlar, dersler, kahveler, arkadaşlar, sinemalar, yemekler, tekrar sınavlar, tekrar arkadaşlar, girilen ve çıkılan kapılar, açılan ve kapanan pencereler, okunan ve unutulan satırlar, ezberlenen ve hafızanın ardiyesinde özensizce bekletilen şarkılar; daima, daima ve daima devam eden hayat! Şimdi tam burada, yine bir yerlere yetişmeye çalışırken kaybolduğum bu yerde, Ankara’nın bilmediğim bir tepesinde şehri izlerken, ayırdına varıyorum zamanın.
Şehirde zaman, hep benim önümde. Her daim yakalamaya çalıştığım, kovaladıkça kaçan ateş böceğinden hâllice nazlı bir sevgili gibi. Şehrin hengâmesinde zamanla olan kavgam bitmiyor. Kavgayı seyretmekten zevk alan komşular gibi pencereden başını uzatan, hatta seyretmekle kalmayıp çoğu zaman kavgayı körükleyen, şehirde peşimi asla bırakmayan iki hâlim var; acele ve telaş. Şayet bir işim yoksa bile, yetişmem gereken bir ders, sosyalleşmem gereken ortamlar yoksa, yurt odamda öylece oturuyorsam dahi içimdeki telaş peşimi bırakmıyor.
Zamanın boşa geçtiğini düşündüren, kendimin en iyi versiyonuna ulaşmak için bir şeyler yapmamı söyleyen iç sesim asla susmuyor. Belki de bu iç ses, aslında toplum tarafından aşılanan bir dış sestir. Belki de devamlı bir şeyler yapma mecburiyetinde değilizdir. Öylece durduğumuz, çayımıza iki şeker atıp pencereden gelen rüzgârın perdeyi dalgalandırmasını izlediğimiz, şafak vaktinin serinliğiyle oradan oraya taşınan çamın kokusunu içimize çektiğimiz, zamandan muaf anlara da ihtiyacımız vardır. “Kendinin en iyi versiyonuna ulaşmak” fikrini ilk kim buldu bilmiyorum, ancak bir şehirli olduğundan şüphem yok!
Geçen gün kütüphanede karıştırdığım bir kitapta İbn Arabi’nin zaman hakkındaki görüşlerinin toplandığı bir bölüme denk gelmiştim. Ancak zamanım olmadığı için şöylece bir üstten bakabilmiştim yalnızca. Arabi, zamanın hayal olduğunu, gerçek olanın manevi zaman olduğunu düşünürmüş. Ölçülebilir zaman; yani saatler, günler, haftalar, yıllar ve hatta asırlar... Bunlar hep insan icadı, zaman prangaları. Gerçek zaman ise bunların hepsinin üzerinde, yalnızca yaşadığımız anda gizli. Allah’ın tek bir “ol!” demesiyle başlayan ve sonsuz olan bir şimdiki zaman. Ve şu an, tam burada fark ediyorum bunu. Sonsuz bir şimdiki zamana en yaklaştığım anlar, şehirden kaçtığım ve durduğum anlar.
Arkamdan yaklaşan homurtuyla irkiliyorum. Mavi bir dolmuş, ardında bıraktığı egzoz dumanlarıyla tıslayarak duruyor. Açılan kapıdan ince ince bir türkü yayılıyor, “Bir anadan dünyaya gelen yolcu, görünce dünyaya gönül verdin mi?”
Dolmuşa atlıyorum, ilk yolcu benim. Tepeden aşağı, dar sokakların arasına kıvrılıyor dolmuş. Evlerin pencereleri ağır aksak açılıyor, anneler çaydanlığın altına çeşmeden su alıyor, babalar tıraş olurken çenesine ufak bir kesik atıyor belki, kolonya basıyor üzerine hemen, çocuklar son beş dakikalarını değerlendiriyor; sonra birkaç beş dakika daha istemek için… Hayat başlıyor. Dolmuş şoförü dikiz aynasından bana bakıyor, “Ablam, rahatsız olmazsan azıcık ses versem radyoya?” Kafamı sallıyorum, sesi artırıyor, Bozkırın Tezenesi şimdi daha güçlü söylüyor, “Hep yolcuyuz; böyle gelir, gideriz. Dünya senin vatanın mı, yurdun mu?”