Soğan K/Abuğu

Pervasızca bağıran satıcılar, rengârenk tezgâhlar ve bunların arasında gezinenler… Tezgâhının bir yanında daha gür bağıran abisi, diğer yanında Âsım. Yarınki pazarı düşünüyor, kendisi gibi cılız sesini yormamaya çalışıyordu: On lira! Kilo, on lira! Her seferinde sunturlu bir küfre hazırlanıyormuş gibi şişirdiği “O” harfini aniden patlatıyordu: On lira!
Yol kenarında, envaiçeşit meyvesiyle ayrı bir pazarı andıran tezgâhın önünden geçenler, usta bir sanatçının sergisindeki tabloları hayretle inceleyenler gibiydi. Pek azı sergilenenler için bedel ödemeye cesaret ediyor, çoğu iç geçire geçire oradan uzaklaşıyordu. Pazarın karşısına, göz alıcı parlaklığıyla siyah bir araba durdu. Dörtlülerini açtı ve şoför koltuğunun yanından inen kız; yolu kontrol ederek hızla karşıya, renk cümbüşü tezgâhın önüne geldi. Siparişini beklerken tezgâhlara bakınan boş gözleri, soğan tezgâhında durdu, dikkatlice baktı, gülümsedi. Siparişini alıp para üstünü beklemeden doğruca oraya gitti.
- On lira! Kilo…
- Âsım!
- Aaa! Buse.
Gülümseyerek karşılık verdi Âsım, kendisine gülümseyen kıza. Sonra arkadaşını görmenin coşkusuyla devam etti, “Seni burada göreceğimi hiç tahmin etmezdim.” Buse, elindeki ananas poşetini hafif kaldırarak, “Ablamın canı çekince, bir koşu alıp gelmemi istedi. Seni görünce de selam vermek istedim, görüşemedik ne zamandır,” dedi.
Âsım’a karşı daima içten ve samimi olan kız sustu. Geçen seneki hazin olayı hatırlattığı için pişmanlık duydu. Bazı hakikatleri saklamak ister gibi devam etti Âsım, “Ee, denemeler nasıl?”
- Açıkçası matematik çok zorluyor. Ablama soruyorum ama… Olmadı özel üniversite.
“On lira! Kilo, on lira!” Tezgâhın önünden akan kalabalığa bağırdı Âsım. Soğan almak isteyenlerle ilgilendi. Buse, tam bir esnaf gibi davranan arkadaşını hayranlıkla izliyor, ara ara soğanlara uzattığı elini, ablasına yaptırdığı protez tırnaklarına bir şey olur endişesiyle geri çekiyordu. Müşteriler gittikten sonra devam ettiler.
Öğretmenlerin ve arkadaşlarının sınıftaki tavırlarından, Âsım’dan aldığı kopyalarla geçtiği derslerden, Âsım’ın maçlarda küfür etmeden oynayan ender öğrencilerden oluşundan ve gollerinden bahsettiler uzun uzun. İki arkadaşı gizlice kuşatan muhabbet, onların zaman ve mekân algısını yok etmişti. Müşterileri tezgâha çekmek için bağırmak bir yana dursun, Âsım’ın ilgisizliğini görenler uzaklaşıyordu. Buse’nin de elindeki ananas poşeti aklından çıkmış, diğer eliyle saçına bukle yapışı gitgide hızlanmıştı.
Kolunun acısıyla bir anda arkasına döndü Buse. Masal cadısı gibi gözlerini belerten ablası, kıpkırmızı ruj çemberinden ateş püskürdü çimdirdiği kardeşine, “İki saattir bekliyorum, pazarı mı buldun fingirdeyecek?” Yüzünü ekşiterek Âsım’a bakıyordu, gün boyu ayaklar altında ezilen bir sebzeymiş gibi. Kolunun acısından çok, ablasının söz ve bakışlarından ızdırap duyan Buse, isyankâr bir tonla,” Abla!” dedi ve ekledi: “Âsım o, geçen sene… Duraksayıp devam etti, okulu bırakmak zorunda kalmıştı ya, sınıfımızdaki tek burslu öğrenciydi hani.”
Suratı, dudaklarını imrendiren renge dönen ablası kalakaldı. Kardeşinin en yakın arkadaşı, hep merak ettiği, yetim kalan Âsım… Geçinmek için çalışma hayatına atılan çocuk… Ama bu çocuk… O esnada ayaklarının altında hışırtı hissetti. Tiksinç bir böcek görmüş gibi, “Ay ay!” diyerek birkaç adım geriye yaylandı. Soğan kabuğu rengi uzun saçları da yaptı aynısını. İskarpininin ince topuğuna geçen soğan kabuğunu fark etti. Aklı çıktı. Birkaç kez ayağını çırptı, topuğunu yere sürttü. Kabuk bir türlü bırakmıyordu paçasını. Ayak bilekleri titriyordu. “Bunlara çok yaklaşırsan ayağına yapışırlar böyle,” dedi. Çiğ soğan koklamış gibi buruşturduğu yüzü yere baksa da gözleri Âsım’daydı.
Pazarın uğultusunda, tartıdan tartıya atlayarak gezinen bir tuhaflık, nihayet Âsım ve abisinin tartısına kondu. Fakat o anda bunu kimse fark etmedi. İçinde, derinlerden, bir çıtırtı sezdi Âsım. Soğan kabuğu misali, incecik, katman katman. Çıtırdama sesini duymadı, çıtırtıyı duyumsadı. Arkadaşını görmenin neşesi, ufalanmış kabuklar gibi dağılıp gitmişti. Çekiştirilen Buse ve onu azarlayan ablasının korna sesleri eşliğinde karşıya geçişlerini seyretti. Yemek tahtasında bir şeyler doğrar gibi tıkırdayan iskarpinlerin ritmine uyarak dans ediyordu, ablasının soğan kabuğu rengi uzun saçları. Arabaya binecekleri sırada yapıştığı topuğu bıraktı, baş tacı yapılan rengin sahibi. Rüzgâr, araca kabul edilmeyen kırılmış, parçalanmış, zavallı kabuğu ait olduğu yere; yolun karşısındaki pazara, Âsım’ın tezgâhının önüne sürükledi.
Olan bitene akıl erdiremeyen Âsım’ın gönlünde bazı şeylerin manası kaynadı. Buharı gözünde beliriverdi, tezgâh aralarında gezinen müşteriler buğulanmaya başladı. Abisinin, “Şu tartıya bir bak! Arızalandı durduk yere,” dediğini üçüncü seferinde, azarlar gibi söylediğinde duyabildi. Çatlamış elleriyle gözlerini ovuşturunca anlam veremediği şeyin buğusu, gözlerinden boğazına indi. Orada yumrulaştı. Zor da olsa yutkundu. Gömmeye çalıştığı yumru, bir magma gibi içinde kaynıyordu.
Hararetinin vurduğu beyninde, ömrünce duyduğu bütün küfürler fokurdayarak birbirinin üstüne çıkıyor, düdüklü tencere buharı gibi özgürlüğüne kavuşmayı bekliyordu. Ne ertesi gün çıkacağı pazar ne de sesini itidalli kullanmak vardı aklında. Ömrünün geri kalanında sesine ihtiyacı olmayacak gibi “O” harfini şişirdi, şişirdi, şişirdi Âsım. Bünyesinin daha fazla kabullenemediği magmayı, tıpkı sığınamayan bir volkan gibi boğazını yırtan tazyikle tezgâh aralarında gezinen kalabalığın üzerine püskürttü: “On lira! Kilo, on lira!”