Sahaf (The Bookshop)

Sahaf (The Bookshop)
Sahaf (The Bookshop)

“Sahaf”; sakinliği, dönem filmi olması, cesarete yapılan vurgu ve hayatın gerçeklerini anlatması gibi özellikleri sebebiyle sinemaseverlerin beğenisini kazanıyor. Kitap okumayı özendirmesi konusuna değinmiyorum bile. O, zaten filmin cesaretten sonra ikinci teması neredeyse.

Kitaptan uyarlama filmleri ayrı bir seviyorum. Neden bilmiyorum; kitap okurken aldığım okuma zevkinin aynısını, bu tarz filmleri izlerken de aldığımı hissediyorum. Tabi tek şartla! Kitabı okumadan önce filmini izleyerek. Çünkü hangi film olursa olsun, kitabı okuduğunuzda; zihninizde o kitabın o kadar güzel bir filmini çekiyorsunuz ki ondan sonra filmini izlediğinizde çok yavan geliyor. İllaki bu duyguyu hissetmişsinizdir.

Kitaptan uyarlanan filmlerle ilgili genel bakış açımı sizlere aktardıktan sonra, artık filme geçebiliriz. “Sahaf”, 1959 yılının İngiltere’sinde, kırsal bir kasabada geçiyor. Film, Florance Green adlı baş karakterimizin kocasının ölümünün ardından kasabasına dönüp, bir kitapçı açma hayalini gerçekleştirmesini ele alıyor.

Green için bu siparişin, özellikle manevi anlamda değeri çok yüksek.
Green için bu siparişin, özellikle manevi anlamda değeri çok yüksek.

Florance Green, bu hayalinden ilk bahsettiğinde, insanlar söz birliği etmişçesine karşı çıkıyorlar ona. Banka, ilk başlarda kitapçı açmak için istenilen desteği vermekten kaçınıyor. Görevli memur, gerekçe olarak bu kasabada kimsenin kitap okumadığını ve bu tür bir işletmenin kâr edemeyeceğini düşündüğünü belirtiyor. Sonra kasabanın ileri gelenleri de karşı çıkıyor, kitapçı fikrine. Green, tüm itirazları bir şekilde savuşturuyor ve kim ne derse desin dirayetli duruşundan taviz vermiyor bu süreçte. Evet, ister istemez aldığı bu tepkilerden etkileniyor ama bu etkilerin de kitapları raflara dizdikçe kaybolduğunu söylüyor bize, hikâyeyi anlatan dış ses.

Eski Ev Kitap Dükkânı’nın ilk müşterisi, kasabanın pek bilinmeyen yüzü Edmund Brundish oluyor. Brundish, kasabanın geri kalanından uzakta, büyük bir malikânede yalnız yaşayan yaşlı bir adam. Filmin bir bölümünde onu şöyle tanıtıyor dış ses: “Kitaplara olan tutkunluğu, akranlarına olan nefretiyle aynı boyuttaydı.” İşte böyle bir sosyal izolasyon içinde, geniş bir kütüphaneye sahip ve kitaplara olan tutkusu, insanlara olan uzaklığı ile tanınan biri, Brundish. Kasabada bir kitapçı açıldığını duyunca bir mektupla Green’e ulaşıyor ve ilk siparişlerini veriyor. Green için bu siparişin, özellikle manevi anlamda değeri çok yüksek. Düşünsenize tüm kasaba size karşı, kitap satıp satamayacağınız bile belli değil ama kitap sevdalısı bir adam sizden kitap sipariş ediyor. Bu destek gerçekten önemli olurdu. Brundish’in Green’i desteklemesinin bir diğer sebebini de yazdığı mektupta geçen şu cümleden anlıyoruz: “Bu dünyaya iyi bir şeyler getirmeye çalışan herkesi, her zaman desteklememiz gerektiğini düşündüm.”

Filmde bir de Milo diye bir karakter var. Elit ve güçlü varlıklı kesimle arasını özellikle iyi tutan, ikili oynayan, Green’e destek veriyormuş gibi görünen ama diğer yandan da onun karşısında olanlarla da iş tutan işgüzar bir karakter. Görüştüğü hanımefendi bir sahnede onu şöyle anlatıyor: “Sanırım sürekli merakta bırakmak, onun karakterinin bir parçası. Ne derler bilirsiniz, öyle bir adamın iç dünyasının zengin mi yoksa bomboş mu olduğunu asla bilemezsin.”

Filmdeki bir diğer karakter ise Violet Gamart. Kasabanın sosyal elitlerinden birisi. Kendisinin ve kocasının geçmişteki sosyal pozisyonları, kasabadaki gücünü ve etkisinin ana kaynağı. Siyasi çevresi sayesinde istediği kanunları meclisten geçirebilecek kadar gücü var. Green’in kitap dükkânını yıkmak için de bu gücünü kullanmaktan geri durmayacak bir hırsa sahip. Gamart’ın olduğu sahneleri dikkatle izlemenizi istiyorum. Onun konuşmalarını dikkatle izlediğinizde, sanki Birleşmiş Milletler sözcüsü konuşuyormuş gibi hissedeceğinizden eminim. Ona kısaca çok konuşan, lafı dolandıran ama sonuç olarak hiçbir şey söylemeyen birisi diyebiliriz herhâlde. Bundan sonra birisi, “Batı’nın ikiyüzlülüğü” deyince, muhtemelen Gamart karakteri gelecek gözümün önüne.

Yeniden filmin hikâyesine dönecek olursak, sonunda statüko ve siyasi bağlantılar galip geliyor.
Yeniden filmin hikâyesine dönecek olursak, sonunda statüko ve siyasi bağlantılar galip geliyor.

Bir de Christine var filmde. Bir süreliğine baş karakterimiz Green’in yanında çalışan küçük akıllı ve zeki bir kız çocuğu. Onu hazırcevap olması, kendisini ve çevresini iyi tanıyan yapısıyla tanıyoruz filmde. Gün geçtikçe Green’in sadece bir çalışanı değil, en yakın arkadaşı oluyor. Filmin sonunda bu küçük kızın büyük bir kitapçı işlettiğini görüyoruz. Green’den aldığı kitap sevgisi, onu böyle bir yola itiyor belli ki.

“Sahaf”ı, karakterler üzerinden anlattım. Çünkü filmi izlerken yönetmenin de daha çok bu alana eğildiğini görüyorsunuz. Karakterlerin biraz daha masalsı çizildiğini söylemeliyim. Normal hayatta karakterleri bu kadar keskin çizgilerle görmeyiz çünkü. Bu filmin okunmasını ve anlaşılmasını bir miktar kolaylaştırıyor aslında. Diğer yandan diyaloglar çok derin olmasa da bazı önemli cümleler barındırıyor. İzlerken filmi durdurup, “Bu cümleyi not almalıyım,” diye düşünüyorsunuz. “Sahaf”; sakinliği, dönem filmi olması, cesarete yapılan vurgu ve hayatın gerçeklerini anlatması gibi özellikleri sebebiyle benim beğenimi kazandı. Kitap okumayı özendirmesi konusuna değinmiyorum bile. O, zaten filmin cesaretten sonra ikinci teması neredeyse. Ayrıca görüntü yönetimindeki fotoğraf gibi kareler de beni etkiledi diyebilirim. Böyle sakin filmlerde kameranın konumlandığı yere ayrıca dikkat ediliyor olması, seyir zevkini artıran bir faktör bence.

Yeniden filmin hikâyesine dönecek olursak, sonunda statüko ve siyasi bağlantılar galip geliyor. Green’in büyük emeklerle inşa ettiği, büyük bir tutkuyla işlettiği kitapçısını yasal yollarla elinden alıyorlar. Ona ise kasabadan gitmekten başka bir yol bırakmıyorlar. Tekneyle kasabadan uzaklaşırken arka ses, filmi bitiren o repliği fısıldıyor kulaklarımıza: “Hayallerini gerçekleştirdi ve bunu elinden aldılar. Ama yüreğinin derinliklerinde kimsenin elinden alamayacağı bir şey taşıyordu: Cesaret!”