Bir Leyla Şehri

Bir pazar günü, elimde naylon poşetim; ayağımda kirazlı çoraplarımın üzerine giydiğim terliklerim; perşembe pazarı malı, diz yapmış eşofmanım; medeniyet misali tek dişi kalmış, saçımı zar zor tutan tokalarım; kulağımda dili Türkçe olmasına rağmen sözleri Türkçe olmayan son nesil şarkıların çaldığı kablolu kulaklığım ve işte ben! Ankara’da öğrenci olmanın benden götürdüğü kilolar sebebiyle belime oturmayan pantolonumu teslim edeceğim emin eller arıyorum.
Yokuşu tırmanırken ayağımın altından kayan terliklerimi, ayak parmak uçlarımla sıkıca tutuyorum. Sizi bırakmaya hiç niyetim yok canlarım, en az birkaç mevsim daha sokak stilimin vazgeçilmezi olacaksınız. Derken yokuşun tepesindeki bir dükkânın önünde nefes nefese duruyorum. “Ahmet Usta” yazılı tabelanın yanında bir makas ve makasın içinden uzanan bir iğne görseli var. İğne deliğinden geçen ipin sonuna doğru üç harf belirmiş, “ÇŞM”. Harflerin neden orada olduğunu anlamasam da bence burası tam aradığım yer. Sonrasında anlıyorum ki bu şehirde yalnızca adresler değil, insanlar da birbirine rastlantıyla dokunuyor. Ve bazı karşılaşmalar yolun başında değil, bir yokuşun sonunda başlıyor.
Dükkânın içi, taze kumaş kokusuyla kaplı. Büyük dikiş makinesinin başında gözlüklerini burun kemiğine indirmiş, gömleklerinin kolunu dirseğine kadar sıvamış, Ahmet Usta olduğunu tahmin ettiğim yumuşak yüzlü bir adam. Birkaç adım ötesinde buharlar arasından zar zor seçilen, küçük ama ağır olduğu belli olan ütünün başında yine küçük ama becerikli olduğu belli bir çocuk. Kapı açılıp üzerindeki küçük zil çınlayınca makinenin tıkırtıları, bıçak kesiği gibi susuyor.
“Ahmet Usta?” diyorum, başımı hafif önüme eğerek.
“Ben değil kızım, babamdır Ahmet Usta.” Duvardaki fotoğraflardan ortadakini işaret ediyor.
“Baba mesleği mi terzilik?”
“Ata mesleği bizimkisi, dördüncü kuşağım ben. Oğlum da beşinci kuşak.” Elindeki makasla buharlar arasındaki çocuğu işaret ediyor. Çocuk, mahcup ve kısa bir selam veriyor.
Tekrar duvara bakıyorum; kalın hasır bir ip, iki çiviyle tutturulmuş. Beş boğum var ipte, her birinden bir fotoğraf sarkıyor. En sondaki fotoğraf, ütünün başındaki çocuğa ait. Bir önceki fotoğraf, dükkândaki ustanın; tam ortadaki Ahmet Usta, ondan öncekiler de Ahmet Usta’nın babası ve dedesi muhtemelen. Bu beş boğumda en az iki asır saklı. Her bir fotoğraf, zamanın sıçrayışları gibi; her biri usta fakat her birinin içinde bir çırak gizli. Tıpkı hayat gibi, tüm doğruların çırağı ve tüm hataların ustası.
Poşetten pantolonu çıkarıyorum, yapılacak işlemi söylüyorum. Ütü başındaki çocuk, ezberlenmiş ama ihtiyatlı hareketlerle ölçülerimi alıyor, beyaz sabunla pantolonun üzerine işaretler koyuyor.
“Kumaş çok sert baba, iğneyi değiştirelim mi? Sen de bir baksana!” Pantolonu babasına doğru uzatıyor.
“Sen öyle diyorsan doğrudur oğlum, geç bakalım makinenin başına.” Pantolona dokunmuyor usta, bu güven belli ki çok iyi geliyor çocuğa, yanakları kızarıyor. Babasından boşalan iskemleye yerleşiyor çocuk. Çekmeceden iğnelerle dolu bir kap çıkarıyor, arasından seçim yapmaya çalışıyor. Henüz dolduramıyor oturduğu yeri, belli ki daha çok iğne batması, daha çok elini yakması, daha çok kumaşı heba etmesi gerekecek. Ama baba, o güveni veriyor bir kere. Çocuk da elbet bir gün kendine emanet edilen bu kutsal güveni gururla teslim edecek babasına yahut ustasına.
Çocuk makinenin başında işi hallederken usta köşedeki masaya yöneliyor. Piknik tüpünün üzerinde kaynayan demlikten iki bardak çay dolduruyor. Teklifsiz oturuyor yanıma. Konuşmuyor, kelimelerin kapısını aralamıyor usta. Ama sanki çoktan bir muhabbetin içindeymişiz gibi hissediyorum. Kelimelerden arınmış sohbetimizle çaylarımızı yudumluyoruz. Zamanın makinenin tıkırtılarıyla işlediği bu 15 metrekarelik hususi alanda akrep iğne, yelkovan kumaş, birbirlerini kovalayıp duruyorlar. Tıkır tıkır, tıkır tıkır, tıkır tıkır...
“Bir şey sorabilir miyim?”
“Tabii kızım.” “ÇŞM nedir? Tabelanızda yazıyordu.”
“Çok Şükür Meşgulüm!” “Nasıl yani? Anlayamadım kusuruma bakmayın.”
Tatlı bir tebessümle devam ediyor, “Oğlumdan daha küçüktüm bu dükkâna girdiğimde. Babamın bu kapıdan giren ve ‘Nasılsın Ahmet Usta?’ diye soran herkese verdiği cevap aynıydı. Başını hafifçe işinden kaldırır, kambur sırtını dikleştirmeye çalışır ve şöyle derdi, ‘Çok şükür meşgulüm.’
'İyiyim, kötüyüm yahut yorgunum,' demezdi. Meşguliyeti; üretmeyi, işe yaramayı iyilikten daha evla görürdü. Ben ondan meşguliyetin, yaşamla başa çıkmanın çok önemli yollarından biri olduğunu öğrendim. İnsanlar geldi geçti, kumaşlar değişti, makinenin iğneleri kırıldı, sökükler büyüdü, küçüldü ama bir şey değişmedi: meşguliyet.”
Gözlerinin dolduğunu görüyorum ustanın, “İyi misiniz?”
“İyiyim kızım, babam biraz rahatsız da sen de duacı ol ona!”
Elimde poşetim, dilimde dualarla çıkıyorum dükkândan. Az önce nefes nefese çıktığım yokuşu, garip bir dinginlikle iniyorum. Bir hafta sonra yağmurluğumun astarındaki söküğü diktirmek için tekrar uğruyorum Ahmet Usta’ya. Belki söküğü bahane ediyorumdur, bilinmez. İçimdeki sökükler, kelimelerden muaf bir sohbete daha çok ihtiyaç duyuyordur, kim bilir. Dükkânın önünde durduğumda, birkaç özensiz bantla cama yapıştırılmış kâğıdı görüyorum. “Cenaze dolayısıyla kapalıyız. Dualarınızı bekleriz.” Ellerimi vitrine yaslayarak içeriye bakıyorum. Hasır ipte sallanan fotoğrafta Ahmet Usta, dondurulmuş bir zamandan bakıyor bana.
Astarımdaki ve içimdeki söküklerle dükkânın önündeki kaldırıma çöküyorum. Zihnimde şairin meşhur dizeleri, “Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitaba tekrar başlayabilirim.”