Ben kimim?

​Ben kimim?
​Ben kimim?

Gecenin sessizliğinde şehrin ışıkları birer birer sönmeye yüz tutarken, insan bazen kendi iç dünyasında derin bir yolculuğa çıkar. Kalabalıkların arasında bile hissedilen o tarifsiz boşluk, aslında ruhun derinliklerinden gelen bir çağrıdır. Bu çağrı, varoluşun anlamını keşfetmeye davet eder bizleri.

Hayatın koşuşturmacası içinde, bazen bir kitabın satırlarında, bazen eski bir melodinin nağmelerinde, bazen de çocukluk anılarında bir cevap ararız. Ancak her ne bulursak bulalım, içimizdeki o eksik parçayı tamamlamakta yetersiz kalır. Çünkü asıl aradığımız, kendi varlığımızın özüne dair derin bir anlayıştır.

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim”

Bu, insanın varoluşundaki en temel sırrı fısıldayan bir kelam. Bir hazine… Ama altınlarla, incilerle, elmaslarla dolu bir sandık değil. Daha derin, daha büyük, daha ulaşılmaz ama aynı zamanda her yerde olan bir şey. Her şeyin kaynağı, başlangıcı, özü olan bu hazine, bilinmek istedi. Ve O, "ol!" dedi, her şey olmaya başladı. Kün!

Zaman, mekân, varlık, nefes, ses, sessizlik… Sen de ben de gökte süzülen yıldızlar da toprağa düşen yağmur da bu hazinenin varlık sahnesine çıkışının birer tecellisiyiz. Ama bu bilme isteği, yalnızca var olmakla sınırlı değildi. O’nu tanımak, bilmek, aramak ve bulmak için bir yolculuk başlamalıydı.

İşte bu yüzden insan, içinde bir boşlukla doğar. Bir arayışla. Kendi varlığını sorgulamak, anlamak ve O’na varmak için. Çünkü O, bilinmek istedi ve insanın kalbinde bu bilgiye ulaşma arzusu saklı bir hazine gibi bırakıldı.

İnsan, bu büyük sırrın izini sürmek üzere yaratılmıştır. Farkında olmasa da attığı her adım, aldığı her nefes, yaptığı her tercih, onu bu sırrın kapısına biraz daha yaklaştırır. Çünkü bu hazine, sadece gözle görülen dünyada değil, kalbin derinliklerinde de keşfedilmeyi bekler.

Bir çocuğun dünyaya gelişi, bir tohumun toprağı yarıp filizlenmesi, gecenin karanlığının ardından sabahın aydınlığına kavuşması... Tüm bu olaylar, evrendeki muazzam düzenin ve amacın birer yansımasıdır. Hiçbir şey rastgele değildir; her şeyin ardında derin bir anlam ve hikmet vardır. Ancak insan, bazen sadece görünenle yetinir ve derinlerdeki manayı kaçırır. Bu derinliği fark etmek için bazen hayatın sarsıcı deneyimlerine ihtiyaç duyarız.

“Oku!” Bak Rasûlullah Efendimiz'e (s.a.v)... Gençliğinde, insanlar içinde yaşarken bile hep farklıydı. Kalabalıklar içinde yalnızdı. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyor ama tam olarak ne olduğunu bilemiyordu. Hira'ya çekildi, sessizliğin içinde düşündü. Ve bir gün, o sonsuz sessizliği delen bir ses geldi: “Oku!” Ne okuyacaktı? Kağıt yok, mürekkep yok, satır yok... Ama yine de okuyacaktı. Çünkü bazı şeyleri görmek için göz gerekmez, bazı bilgileri öğrenmek için kitap gerekmez.

İşte burada başlıyor mesele. Sen de okuyorsun aslında, her gün, her an. Karşına çıkan insanları, başına gelen olayları, gökyüzünü, yağmuru, sessizliği... Hepsi birer satır. Ama sen, neyi okuyorsun?

İnsan, hayatı boyunca çeşitli hedeflerin peşinden koşar. Kimi zaman bir hayalin, kimi zaman bir sevdanın, kimi zaman da bir idealin... Ancak en zorlu ve en anlamlı yolculuk, insanın kendi içine yaptığıdır. Bu yolculukta kaybolmalar, yanlış seçimler, çıkmaz sokaklar ve geri dönüşler olacaktır. Ancak her dönüş, her kayboluş, aslında insanı kendi özüne biraz daha yaklaştırır. Bu nedenle dış dünyada aradığını bulamayanlar, içsel bir yolculuğa çıkmalıdır. Nereye giderse gitsin, hangi başarıyı elde ederse etsin, içindeki eksikliği tamamlayamayanlar, asıl cevabın kendi içlerinde olduğunu fark etmelidir.

Aradığın hazine

Bazen tam umudun tükendiği anda, yeni bir kapı aralanır ve yolculuk devam eder. Bu nedenle yolculuğuna devam edenler, sonunda aradıkları hazineye ulaşırlar. Her şeyi kaybettiğini düşünenler, bir gün bulduklarının, kaybettiklerinden daha değerli olduğunu anlarlar. Karanlığın en yoğun olduğu anlarda bile, ışığın doğmak üzere olduğunu bilmek, insana umut ve güç verir. Çünkü o gizli hazine, her zaman oradadır ve onu arayanlar için bir gün mutlaka kendisini gösterir.