Ahtapottan Öğrendiklerim

Bu belgesel, tam bir tefekkür filmi diyebilirim. Her sahnede Yaratıcı’nın sonsuz kudretini, yarattığı canlılara isterse nice özellikler yükleyebileceğini, mahlukatın sisteme nasıl bağlı olduğunu, içlerindeki hayatta kalma duygusunu ve merhametlerini apaçık görebiliyorsunuz.
Birçok insan, ahtapotları uzaylı gibi görür. Ama gariptir ki yakınlaştıkça birçok açıdan onlara benzediğimizi fark ediyorsunuz,” söyleriyle başlıyor filme yönetmen. Evet, diyorum içimden öyleyiz. “Tarkan Viking Kanı” filminde de ahtapot bir adamı yutmuştu hatırlarsanız. O sahneyi izlediğim günden beri ahtapotlar, benim için uzaylıdan da öte korkutucu bir hayvan olmuştur hep. “Ahtapot” denilince aklıma gelen bir başka şeyse Çinlilerin onu afiyetle yedikleri videolar. Bu sebeple daha ilk cümleden yönetmenin beni işaret etmesi, biraz canımı sıksa da filmde anlatılacak şeylere karşı daha da meraklandığımı itiraf edeyim.
Filmin ilerleyen sahnelerinde yönetmen, suya nasıl alıştığından bahsediyor. Suyun derinliklerini, “üç boyutlu olarak gezebildiğiniz bir orman” olarak tanımlıyor mesela. Dalmanın insanı, bedenen ne kadar geliştirdiğine de değiniyor. Dalmaya başladığı günlerden bu yana kendisindeki değişimlerden bahsediyor. Neden dalış kıyafeti giymediğinden bahsediyor mesela. Dalış kıyafetlerinin o ortamla bağını kopardığını iddia ediyor. Dalış kıyafetleri olmadan daldıkça kendisini o dünyaya daha çok ait hissettiğini fark ediyor.
Craig Foster, aslında bir belgesel yönetmeni ama yoğun iş temposundan kaçıp, kendisini doğaya dönerek oyalıyor diyebiliriz. Yaptığı dalışlarda içindeki kayda alma isteğine yenik düşerek, yine kamerasını yanına almaya başlıyor. Çekimleri esnasında daha önce görmediği ilginç bir cisim görüyor ve önce ne olduğunu anlamıyor. Sonra biraz yaklaşınca ne olduğunu anlamadığı cismin içinden bir ahtapot çıkıyor ve hızla uzaklaşıyor. Bunun bir şeylerin başlangıcı olduğunu hissediyor o an ve soruyor kendisine, “Neden her gün dalmıyorum ki?” Muhtemelen, yönetmenliğin verdiği mesleki yatkınlıkla da denizin altında neler olup bittiğini merak ediyor ve her daldığında kamerasını da yanında götürüyor.
Onun saf ihtişamı
O, ilk gün gördüğü ahtapotun peşinden gidiyor tabii ki önce. Kamerasını ilk başlarda onun yuvasının kapısına yerleştiriyor ve gizlenip izliyor. Sonraki günlerde yavaş yavaş kendisi de görünmeye başlıyor uzaktan. Ahtapot da gün geçtikçe daha az korkmaya başlıyor ondan. Bir gün geliyor ki elini uzatıyor ahtapota ve o da kollarından birini uzatarak karşılık veriyor. İşte bu sahnede aralarındaki samimiyet resmen başlıyor.
Gün geçtikçe ahtapotların farklı özelliklerini öğreniyor. Dikenli ya da pürüzsüz görünebildiklerini, kafalarından boynuz çıkarabildiklerini, renk değiştirebildiklerini, desenlerini çevreye uydurabildiklerini ve daha birçok şeyi…
Sonra bir gün, kameranın yanlışlıkla düşmesi sebebiyle korkuyor ahtapot. Her zaman kullandığı yuvasını terkedip başka bir yere yerleşiyor ama yönetmenimiz, bir haftalık iz sürmeyle yeni yuvasını da buluyor. Birbirini yeniden gören iki dost gibi seviniyorlar. Ahtapot artık hiç korkmadan onun eline geliyor, vücudunda dolaşıyor. Yönetmen bunu şöyle tarif ediyor, “Bir hayvanla böyle bir bağ kurup eşsiz deneyimler yaşamak, tam anlamıyla insanın aklını başından alıyor. Onunla aramızdaki sınırlar yok olmuş gibiydi. Tek hissettiğim şey, onun saf ihtişamıydı.”
Foster, her gün dalışlarını tekrarlıyor ve her dalışında illa ki ahtapotu da ziyaret ediyor. Tabii bu ziyaretlerin hepsi çok romantik geçmiyor. Bir gün ahtapot, köpek balıklarının saldırısına uğruyor ve bir bacağını kaybediyor. Yönetmenimiz, aslında bu saldırıyı önleyebilecekken doğanın döngüsüne müdahale etmemek için yapmıyor. Bacağını kaybeden ahtapot, zar zor yuvasına dönüyor ve neredeyse bir haftayı hasta olarak geçiriyor. Bu süreçte Foster, bir şeyler yemesine yardımcı oluyor en azından. Kalbi dayanmıyor çünkü onu, o şekilde görmeye.
Foster, birkaç hafta sonra inanılmaz bir şey fark ediyor. Ahtapotun hasar alan kolu, yeniden büyümeye başlıyor. Yuvasından çıkmaya ve avlanmaya başlıyor yeniden. Bu durum yönetmenimizi de çok sevindiyor tabii ki.
Ahtapotun birçok defa köpek balıklarından kaçma ve kurtulma serüvenini izliyoruz yönetmenimizin kamerasından. Bu büyük dünyayı izlemek, yönetmenimizde bir tefekküre de sebep oluyor. Bir sahnede şöyle diyor, “O büyük Yaratıcı'yı gerçekten hissedebiliyordum. Benden binlerce kat daha uyanık ve zekiydi. Milyonlarca yıldır çalışan bir su altı beyni var gibiydi. Her şeyi dengede tutuyordu.”
Nihayet o kaçınılmaz gün geliyor ve ahtapot çiftleşip, yumurtalarını bıraktıktan sonra hayata veda ediyor. Yönetmenimiz, ahtapotun hayatının neredeyse yüzde 80'inde yanında olduğu için bu olaydan çok etkileniyor. Ama yine de olan biteni sadece izlemekle yetiniyor. Sonrasında yaşadıklarını şöyle anlatıyor, “Hayatımdaki en heyecan verici şeylerden biri, oğlumu yanıma alıp kıyı boyunca yürümek ve ona doğanın mucizevi detaylarını ve inceliklerini göstermekti. Doğadan o kadar çok şey almıştım ki artık geri verebiliyordum.”
“Ahtapottan Öğrendiklerim”, tam bir tefekkür filmi diyebilirim. İzledikçe her sahnede Yaratıcı’nın sonsuz kudretini, yarattığı canlılara isterse nice özellikler yükleyebileceğini, mahlukatın sisteme nasıl bağlı olduğunu, içlerindeki hayatta kalma duygusunu ve merhametlerini apaçık görebiliyorsunuz.
Denizlerin altı, günlük hayatta neredeyse hiç görmediğimiz bir dünya. Bunun gibi belgesel filmlerin güzelliği de bizim için o dünyaya bir pencere açması. Bu film sayesinde hem ahtapotlara sevgim arttı hem de onu Yaratan’a bir kez daha hamdettim. Çekimleri neredeyse bir yıl süren ve ardından çok daha uzun bir süre çekilen görüntülerin kurgulanması için uğraşılan bu film, 2021 yılında en iyi belgesel dalında Oscar Ödülü almaya da hak kazanmış. Modern hayatın gürültüsünden doğanın dinginliğine kaçmak, biraz da tefekkür etmek istiyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. İyi seyirler.