Yusuf Kaplan: Teslim olmadığımız için temsil edemiyoruz

Yusuf Kaplan: Teslim olmadığımız için temsil edemiyoruz.
Yusuf Kaplan: Teslim olmadığımız için temsil edemiyoruz.

Yazar ve düşünür Yusuf Kaplan ile Türkiye ne olmalıdır ve nerededir sorusundan hareketle, son iki yüzyılda içinde bulunduğumuz durumu “kültürel iktidar” kavramı üzerinden ele aldık.

Şöyle başlayalım: Türkiye ne olmalıdır?

Bu soruya verilecek cevap tam tersidir yani Türkiye'nin şu ana kadar olduğu şey olmamasıdır. İki yüz yıldır özellikle yaşadığımız bir tecrübe var: biz ne olduğumuzu, başımıza ne geldiğini bilmiyoruz. Biz derken ortalama vatandaştan bahsetmiyorum. Aydınlardan, elitlerden, entelektüellerden, akademisyenlerden, bürokratlardan bahsediyorum. Ülkenin kaderine hükmeden aktörler ülkenin başına ne geldiğini bilmiyor. Dünyada tarihin akışını değiştiren yedi-sekiz tane millet var. Onlar içinde bizim yaşadığımızı yaşayan ikinci bir ülke yok. Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaket başına ne geldiğini bilememesidir. Bundan da kötüsü bilemediğini de bilemezler ve en kötüsü celladına aşık edilmesidir.

Cellattan kastınız nedir?

Burada aşamalı birkaç celladı düşünüyorum, bir metafor: Türkiye'nin kaderine şekil veren dış aktörler, içeridekiler de dahil. Açıkça ifade edeyim ki bu ülke iki asırdır bizim elimizden alındı. Bu ülkenin kaderine, bu ülkenin çocukları çeki düzen, şekil vermiyor. Kimse kendini kandırmasın. Bu millet tarihinde ilk defa aptallaştırılıyor. Yani saflığının, temizliğinin sömürülmesi tam anlamıyla. Yetmişler, seksenler kuşağı temizdi, tertemiz Müslümanlar. Hiç kimsenin malında, mülkünde gözümüz olmazdı, haram-helal nedir bilirdik. Kimin elinden tutulacaksa imdadına yetişirdik. Hiçbir zaman kendimizi düşünmezdik. Yani önce komşumuz, önce bizim dışımızdaki, ben değil, sen önce. Bu toplumun mayasını karan, ruhunu oluşturan iki sütunun eseri. Tarihte ben bu iki sütunu sadece bu toplumda görüyorum.

O iki sütun nedir?

Birincisi tarihi derinlik, ikincisi de irfanî derinlik. Tarihi derinlik özellikle göçebe kültüründen kaynaklanan bir dinamizm. Sürekli coğrafyada yolculuk yapmanın insana kazandırdığı iki bin yıllık bir hikâye. İkincisi irfanî derinlik. Özellikle ta Kaşgar’dan, Horasan-Türkistan havzasından Anadolu'nun içlerine, hatta Balkanlar'a kadar taşıdığımız irfanî derinlik, tasavvufi boyut, omurgayı oluşturan şey. Müslüman entelektüeller olayın farkında değiller.

Müslüman entelektüellerin farkında olmadığı şey ne?

Ehlisünnetten bahsedince insanlar ehlisünnetçilik yaptığını zannediyor. Ehlisünnetin savunmaya ihtiyacı yok. Ehlisünnet perişan durumda şu an. Bir kitap var, Henry Corben, İslam Felsefesi Tarihi. Bu adam İslam felsefesini anlatmıyor ki. Başlangıçtan İbn Rüşd’ün ölümüne kadar İran Şii felsefesini İslam felsefesi diye anlatıyor. Şerhini yapan da Hüseyin Hatemi. Kitabın neredeyse üçte biri notlardan oluşuyor. Ya kardeşim bu Şii felsefesini anlatıyor, bu topraklar Sünni topraklar deyip bir şekilde Sünnilikte böyledir esas itibariyle diye şerh yapması, not düşmesi gerekirken adam umursamamış bile. Rezillik ya!

Evet…Yapılması gerekirdi.

Böyle bir şey olamaz. Bakın neden İran Sineması var? Daha Sünni dünyada bir sinema yok. Bu soruyu niye sormuyor kimse? İnsanlar görmüyor çünkü. Bin yıl önce yaşadığımız krizin benzerini yaşıyoruz. Bin yıl önce doğudan Moğol sürüleri, Batı'dan Haçlı sürüleri var. Biz onlarla boğuşurken, ölüm kalım savaşı verirken Şia bizimle boğuşuyor. Selahattin Eyyubi ister istemez el-Ezher’i dümdüz ediyor. El-Ezher Fatımilerin, Şiilerin kurduğu bir okul. Sünnileştiriyor. Ta Tunus'a kadar kovalıyor bunları. Bağdat'ı, Şam’ı, Kahire’yi, Kuzey Afrika’yı ele geçirmişler. Ondan sonra Türkistan Horasan Havzası'na nüfuz etmeye başlamışlar. Fars kültürü. İnanılmaz bir şey. Bizde eğitim kurumları medrese, şu bu falan filan sivildir, devlet müdahale etmez. Vakıflar vs. yapar. Bu önemli bir şey.

Devlet ilk defa yarı resmi, yarı sivil bir kurum kuruyor: Nizamiye.

Evet, başına da Gazzali’yi getiriyorlar sonunda. Çeyrek asırda bin yılın tohumlarını ekiyor Gazzali. O dönemde Şia'nın entelektüel derinliği Sünnilikle asla karşılaştırılamayacak kadar çaplı. Yani Sünniler nal topluyorlar, evet nal topluyorlar. Ondan sonra bir sürü medeniyetlerle, felsefelerle falan temasa da geçmişsin. Akide sakatlanmış. Grek felsefesiyle temasa geçilmiş, İslam düşüncesi neredeyse Helenleşmiş. Katliamlar almış başını gitmiş. İnsanları kıtır kıtır doğramışlar. Fitne fesat almış başını gitmiş. Hasılı omurganın sağlam olması lazım demek istiyorum.

Bu yüzden ‘Ehli Sünnet Omurga’ diye bir kavram ürettiniz sanırım.

Evet, bu mesele üstüne on senedir yazıyorum. Ortalıkta ehli sünnetten bahseden insanlar var. Zırnık kadar ehlisünnetle alakaları yok. Adamlar Selefi. Şu an isim vermeyeyim. Gürültü yapıyorlar sadece. Ehlisünneti öyle koruyamazsın! İki asırdır İslam felsefesi, İslam düşüncesi, İslam sanatı, İslam Medeniyeti deyince inşa ettikleri dünya, Şiilerin şekillendirdiği, hâkim olduğu, yön verdiği bir dünya. Çünkü felsefi, estetik, sanatsal olarak Şia hâkim. Şii düşüncesi İslam Medeniyetinin merkezine yerleştirilmeye çalışılıyor. Bu kabul edilemez. Şia İslam'ın merkezi değildir. Sünniler sinema yapabilir mi? Yapamazlar. Çünkü entelektüel birikimleri, sanatla ilişkileri sıfır. İslam dünyasından, Sünnilerden, bu birinci sınıf adamdır, düşünürdür, sanatçıdır, sinemacıdır, romancıdır, müzisyendir diyebileceğin bir tane adam var mı?

Hocam dediğinize katılıyorum ama sanat dalları arasında Türk şiirini dışarıda bırakabiliriz.

Sezai Karakoç vefat etmeden önce şöyle bir şey söylüyordum; dünyada yaşayan iki tane büyük şair var: Sezai Karakoç ve İsmet Özel. İkisi de bu ülkede yaşıyor. İkisinin aldığı nefesin derinliğini kavrayan insanlar bunun abartı olmadığını bilirler. İslam medeniyeti şiir medeniyetidir. Şiir, şuurumuzun şiarıdır.

Hem iç dünyamızın hem dış dünyamızın şekillenmesinde şiir var; biz şiirle konuşmayız, düşünürüz.

Evet, tam olarak öyle. Çünkü bizde akleden kalp diye bir olay var. Batı felsefesinin aklı tarihteki en sınırlı, sınırlayıcı akıldır. Dolayısıyla ölçme, biçme, oranlama, orantılama, görünür hale getirme. Çünkü Batılı aklı kontrol edebilmenin başka yolu yok. Ne kadar görünür hale getirebilirse o kadar kontrol edebilir: Emperyalizm. Yani “knowledge is power”, bilgi güçtür hikâyesi.

Peki bu hikâye nedir?

İnsanlığın bugün sürüklendiği felaketi temellerin atıldığı yerdir. Özne'yi tersinden kuruyor. Yani özne güç orada. Bilgi değil. Gücü ele geçirmek, güce sahip olmak. Güce sahip olup dünyanın sahibi olmak, insanlara hâkim olmak. Bu hikâyenin ne kadar tehlikeli olduğunu gören iki tane adam vardı. Biri Kant, biri Nietzsche. Vazifesini yapan Kant değildi, Nietzsche idi. Kant dâhi bir adam fakat Kant Avrupa'yı kurmak için modernitenin sığlığına göz yumdu. Dolayısıyla dediği şey şuydu: “Numenleri anlayamayız, onlar görüş alanımızın, idrak kapasitemizin dışında şeyler. Ancak fenomenleri anlayabiliriz.” Bunu diyerek deyim yerindeyse madik atmış oldu.

Kant tam olarak ne yaptı?

Kant’ın zihinde, felsefede yaptığı şey ile Johann Sebastian Bach’ın seste, müzikte yaptığı şey aynı. Protestan dünyayı kurdular. Birisi müziğini yaptı, diğeri felsefesini yaptı. Modernite diyoruz buna. Dini izafileştiren, tanrıyı hayattan uzaklaştıran, insanı hayatın merkezine yerleştiren protestanlaştırılmış bir din dünyası. Hümanizm, insanı hayatın merkezine hatta her şeyin merkezine yerleştirme yolculuğudur. Yani bugün gelinen nokta postümanizm. İnsanın da devre dışı bırakıldığı bir hikâye. Yani ifrat-tefrit. Şu an ayartıcı bir süreçteyiz. Hız, haz, ayar. Moderniteyle demokrasi çökmüştür. Şu an tam anlamıyla dromokrasinin zaferini yaşıyoruz biz. Biz çağ dışıyız, farkında değiliz. Yani içinde yaşadığımız dünyanın, nereye doğru sürüklendiğimizin farkında değiliz. Buna Türkiye'deki bütün kesimler dahil.

Nietzsche vicdanlı bir adam öyleyse Kant’a nazaran.

Evet, Nietzsche Batı uygarlığından çok bizim adamımız. Vicdanlı bir adam. Adam resmen haykırıyor: “Avrupa uygarlığı ölülerle inandırıyor. Virüs bütün vücudu kaplamak üzere. Çöl büyüyor. Eğer böyle giderse iki asır içinde bütün insanlığın yok oluşun işine sürüklenecek.” Karşı devrimin sanat olduğunu da söylüyor. Burada muhayyileden bahsediyor. Yani rasyonalitenin kaskatı dünyasından muhayyilenin daha derinlikli, daha kuşatıcı dünyasına geçişi haber veriyor.

Nietzsche'nin farkına varan oldu mu Doğu’da?

Nietzsche'nin farkına varan en önemli düşünür Muhammed İkbal’dir. Onun dışında Nietzsche'yi anlayan kimse çıkmadı. Zaten İkbal, herhangi biri değil, önemli bir kafa. Öyle kolayca harcanacak biri kesinlikle değil. İkbal tanınıyor, biliniyor. Aslında İkbal, Sezai Karakoç'la İsmet Özel'in toplamıdır. Hem şiiri güçlü hem felsefesi güçlü. Ayrıca çağdaş dünyayla kurduğu ilişki etkileşime dayanıklı bir ilişki. Yani bir şekilde çağdaş dünyanın içinde ve o çağdaş dünyaya, çağdaş düşünceye yön verebilecek, bir şekilde müdahale edebilecek konumda.

Nietzsche'nin modernitenin ipini çektiğini görüyoruz. Modernitenin insanlığı, hümanizmle birlikte Hristiyanlık Kilisesi'ne darbe vurdu ve sonuçta bilimsel devrim, düşünce devrimi, siyasi, iktisadi devrimler ortaya çıktı.

Ve Nietzsche Hristiyanlık kilisesinin yerini artık bilim kilisesinin aldığını söyledi.

Bilim Kilisesi'nin doğruları da yanlışları da çok. Heidegger aslında bu konularda Nietzsche’yi açtı. Bilim düşünmez, açıklar. Yani düşünmek, anlamlandırmak demek. Bilim sadece dış dünyadaki olgularla onların nasıl olduklarıyla, nasıl var oldukları ilgilenir. Niçin var olduklarıyla ilgilenemez. Bunu çözemez. Bu dinin ve felsefenin işi. Bilimin cevabını verebileceği tek soru nasıl sorusu? Niçin sorusunun cevabını bilim veremez. Bilimi kutsayan insanlar var. Bakın Türkiye'de deprem oldu. Bazı profesörler çıkıp kader değil bu olanlar, bizi bilim kurtaracak diye veryansın ettiler. Yahu din, metafiziktir. Sen bizi bilim kurtaracak derken onu nasıl metafizikleştirdiğinin farkında değil misin? Ahmak! Adamın dünyayı, kendini algılama kapasitesi yok ki. Bu ülkenin, dünyanın başına ne geldiğini, dünyanın nereye gittiğini, nereden nereye sürüklendiğini İslam dünyasının Müslümanları farkında değil. Türkiye'nin de nereden gelip nereye gittiğini sorabilecek durumda değil. Soru sorabilecek durumda değil. Sorular cevaplardan soyludur halbuki.

O zaman Türkiye iki yüz yıldır yanlış soru soruyor. Asıl soru ne hocam?

Soru şu; Türkiye nedir, neresidir, nerededir? Bizim Tanzimat'la birlikte yaptığımız bütün reform girişimleri fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Yani reform girişimleri reaksiyondur, aksiyon değildir. Reform girişimi insanın bir ekseninin olmadığını söylüyor. Dolayısıyla eksen sen olmadığın için de teorik ve pratik aksiyonu sen üretmiyorsun. Aksı olan aksiyon üretiyor, olmayan reaksiyon üretiyor. Yani reaksiyon üreten gerçek değil, gölgedir. Bunun da farkında değil. Dolayısıyla konuşan değil, konuşulanı konuşandır.

Yani üreten değil, tüketendir.

Öyle, özne konumunda değil hiçbir zaman, hep nesne konumunda. Çünkü tüketiyor sürekli üretmiyor. Benim Türkiye'deki düşünceye, düşünce hayatına yaptığım en önemli katkılardan birisi şudur: üç tavırdan bahsediyorum, göre tavrı, karşı tavrı, rağmen tavrı.

19. yüzyılın sonları. Osmanlı'da dört tane akım var; İslamcılar, Türkçüler, Osmanlıcılar ve Garpçılar. Garpçılar İslam’ın ilerlemeye engel olduğunu düşünüyorlar. Osmanlıcalar, Türkçüler, İslamcılar da bunun böyle olmadığını savunuyor. Ben de üçüncü bir aktör olarak diyorum ki, her iki taraf da aynı şeyi söylüyor.

Nasıl?

Durdukları yerin farkında değiller. İslam ilerlemeye engeldir veya İslam ilerlemeye engel değildir derken ilerlemeyi arzularının nesnesi haline getirdiklerinin farkında değiller. Aslında her ikisi de saldırganlığın nesnesi haline getiriyor İslam'ı. Batı'yı da arzusunun öznesi haline getiriyor. İkisinin de hedefinde ilerleme var. Kaldı ki bu tanım da Batıya ait. Doğu'da, Çin'de, Hint'te de böyle bir kavram yok. Neyse göre tavrında doğrudan batıyı söyleminin merkezine yerleştiriyor ve özneleştiriyor kendisini de nesneleştiriyor. Karşı tavrında Batı'yı dolaylı olarak özneleştiriyor, kendisini de dolaylı olarak nesneleştiriyor. Bu daha tehlikeli. Çünkü gizli, örtük. Ne yaptığının farkında değil. Yani aksı kendisi üretmiyor, aksiyon kendisine ait değil. Bir aksı, ekseni, aksiyonu yok. Dolayısıyla aksı, aksiyonu üretenin belirlediği alanda ve kurallarla top çeviriyor tam olarak. İstediği kadar yani anticilik yapsın. İslam hiçbir şeyin antisi değildir. Tamam mı? Yani İslam tezdir. Mesela Kapitalizm varlığını anti kapitalist hareketlere borçludur. Meşruiyetini ve dünya üzerindeki hakimiyetini antikapitalist hareketler almamış olsa kendisini yenileyemeyecek, meşrulaştıramayacak. Antikapitalist hareketler kapitalizmin nefes borusu nefes borusu. Oradan nefes alıyor. Kapitalizm çok vahşi bir yaratık.

Bunu nasıl başaracağız hocam?

Kendini merkeze yerleştirmen lazım. Ama şu an merkezde değilsin. Zihin sana ait değil. Zaman sen değilsin ve sende değil. Zihnin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmüş. Zemin sana ait değil. Yani şehir çökmüş. Zeminden kastettiğim şey Medine. Zihin Mekke süreci, zemin Medine süreci. Dolayısıyla zaman da medeniyet sürecidir. Zihin artı zemin eşittir medeniyet. Yani zihin artı zemin eşittir zaman. Mekke artı Medine eşittir sünnet-i seniyye, Hazreti Peygamber (sav). Rağmen tavrı Müslümanca düşünme melikelerine sahip olmak, Müslüman zihnine sahip olmak, içinde yaşadığımız çağı tanımak, tanıyarak tanımlanmaktan kurtulmak demektir. Eğer içinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Birkaç yüz yıldır olduğu gibi. Tanıyamadığınız bir çağı değiştiremezsiniz. Bakara Suresi 143. Ayette bahsedilen vasat ümmet merkez ümmet demek. Bu çok önemli. Yani ayette Hazreti Peygamber'in özelinden bütün Müslümanların dolayısıyla ümmetinin üç şeye şahitlik etmesinden bahsediliyor. Vasat ümmet kavramını açarken Kur'an-ı Kerim; birincisi hakikatin şahidi olmak, ikincisi bütün çağlara şahit olmak, üçüncüsü ise yaşadığı çağa şahit olmak. Üç şahitlik. Yani bunu biraz şiirsel bir dilde ve şöyle formüle ediyorum: bütün zamanları seferber ederek kendi çocuğu kılmak ve bütün zamanların çocuğu olmak. O yüzden bizdeki eziklik duygusunu atmak lazım. Örneğin birisi televizyonda çıkıp; ben İslami açıdan bakmıyorum, insani açıdan bakıyorum diyor. Aslında böyle söyleyince İslami açıdan baktığında daraltmış olduğunu ama insani açıdan baktığında genişlettiğini zannediyor. Batının uyduruk kavramıyla anlamlandırıyor dünyasını. Batı kendi dışındakileri böcek olarak görüyor ya!

Bizde insan eşref-i mahlukattır. Bu kadar. Bediüzzaman diyor ki; İslamiyet insaniyet-i kübradır, büyük insanlıktır. Nietzsche, Batı uygarlığının köle psikolojisiyle kurulduğunu söylüyor. Hiçbir şey kendilerine ait değil; din, kültür, felsefe. Hindistan, Mısır olmasaydı Eflatun diye biri olabilir miydi? Bunları konuşacağız. Yani onun için ilk önce kendi içimizde kendimize çeki düzen vermemiz lazım.

Düzen verme meselesinde ilk öncelik peki?

Bizdeki modernleşme tecrübesi iki başlıkta değerlendirilmeli: Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesi. Osmanlı modernleşmesinde her şeye rağmen İslam'dan herhangi bir şekilde taviz verilmiyor. Bir şekilde rötuş yapılıyor deyim yerindeyse. Yönünü yitirmeye başlasa da yavaş yavaş, kendisinden şüphe etmeye başlasa da her şeye rağmen İslam harekatın belirgin, vazgeçilmez yegâne kaynak. Fakat Cumhuriyet Modernleşmesiyle birlikte bu bütünlük tersine dönüyor, radikal bir modernleşmeye dönüşüyor. Dolayısıyla ülke dışarıdan fiilen işgal edilmiyor. Ülke içeriden zihnen ele geçiriliyor. Bu ülkeden gayrimüslimlerin sürülmesi bize yüz sene kaybettiriyor.

Neden?

Gayrimüslimlerle yüzyıllarca yaşadık. Onların bu ülkede kalmasını istemediler. Kalsalardı yapmak istedikleri modernleşmeyi onlar üzerinde yapacaklardı. Müslüman ahali de bunları görüp ona göre tedbir alacaktı. Sonunda onları buradan çıkardılar ve ötekileştirme adımına geçtiler. Benim ‘ötekisiz öteki’ dediğim proje uygulandı. Koministi, ülkücüsü, Kürt’ü vs. ötekileştirdiler. Bu ülke elli bin kişilik bir devşirme baronik, masonik şebekenin kontrolünde. Her şeyi; kültürü, sanatı, siyaseti kontrol ediyorlar.

Bu ülke bu kadar ucuz mu ya? Bu kadar beyinsiz, aptal mı kardeşim ya? Yani inanılmaz bir örgütlenme var kendi aralarında. Nefes aldırmıyorlar bu ülkenin has çocuklarına. Devşirmeler ve onların devşirmeleri iki yüz yıldır bu ülkenin kaderine hükmediyorlar.

Ülkenin önünü açacak bir öncü kuşağın yetiştirilmesi lazım. Sessiz, sakin, güvenli. Robert Koleji'nin yerini dolduracak bir kadro yetiştirmek istiyorum. Tayyip Erdoğan bu noktada önemli bir adam. Tayyip Erdoğan bu ülkeye birkaç gömlek fazla. Neyse bu başka bahis. Ama bunun yanında bizim nasıl bir sorun yaşadığımızı çok iyi görmemiz lazım.