Türk şairi ve şapka meselesi

Maalesef günümüz dünyasında evrensel kültürün de bir sonucu olarak bedenimize uyan ama ruhumuza dar gelen birçok “moda” nesnesini toplum olarak kolayca kabulleniyoruz. Soru şu: Bir zamanlar kimliğimize ve inancımıza uymaz diye direnilen nesne, yani şapka, nasıl oldu da bugün günlük kombinimizin masum bir aksesuarı hâline geldi?
Kıyafet tercihlerimiz ya da kıyafetlere yüklediğimiz anlamlar, zamanla içinde yaşadığımız toplumun baskın kültürü çerçevesinde şekillenir. Tercihlerimizin kültürel olduğu kadar ideolojik bir boyutu da vardır. Bu değişim, bazen tarihî süreç içerisinde kendiliğinden gerçekleşirken, bazen de devlet/iktidar tarafından kanunla uygulanır. Dünya tarihine bakılırsa, halkı kısıtlamak, denetlemek veya dönüştürmek amacıyla çeşitli baskı ve dayatma örnekleriyle sıkça karşılaşmak mümkündür. Örneğin, Türk “modernleşmesi” sürecinde kıyafetlerin taşıdığı anlam, bilinçli, planlı ve dayatmacı bir anlayışla yürütülmüştür. Türkiye’nin kıyafet devrimi de bu anlamda bir “modernleşme” hareketi değil; başlı başına bir kimlik mücadelesidir.
- Hakiki şair, toplumun vicdanıdır, bilge insandır. Kavramları harmanlar, anlamın peşinde bir nevi felsefî kazı yapar.
Bu değişim sürecinde, manevi hassasiyetimiz gözetilmediği gibi, henüz harpten çıktığımız ve ekonomik zorluklarla ayakta durmaya çalıştığımız bir dönemde etkisi ağır ve yaralayıcı bir şok yaşatılmıştır. Ne hazindir ki modern çağ, bir yenilik önerirken eskiyi silmeyi teşvik eder. Oysa birçok konuda kadim olanın fıtratımıza (yaratılışımıza) daha uygun, kullanışlı ve anlamlı olduğu açıktır. Bu bağlamda “modernleşme” adı altında uygulanan şapka reformu, sadece bir kıyafet değişikliği gibi görünse de hakikatte inancın ve kimliğin bir kenara itilmesi anlamı taşımaktaydı. O günlerde bu kimlik dayatmasını kabullenenler çoğunlukta olsa da itiraz eden erdemli insanlar vardı. Bu değişim talebinin inançlarına gölge düşürecek yabancı bir kimlik dayatması olduğunun farkında olarak karşı durdular. Bedel ödeyerek direndiler. Hatta başlarını verdiler ama baş eğmediler.
Bu yazının niyeti eski bir yarayı kanatmak değil; yaranın bıraktığı izi sorgulamak ya da en azından farkındalık oluşturmaktır. Maalesef günümüz dünyasında evrensel kültürün de bir sonucu olarak bedenimize uyan ama ruhumuza dar gelen birçok “moda” nesnesini toplum olarak kolayca kabulleniyoruz. Soru şu: Bir zamanlar kimliğimize ve inancımıza uymaz diye direnilen nesne, yani şapka, nasıl oldu da bugün günlük kombinimizin masum bir aksesuarı hâline geldi?
Günümüzde “Şapkayı Batı medeniyetine, Frenk kültürüne hayranlığımız için değil de şık durduğu için giyiyoruz.” diyerek işin içinden sıyrılabilir miyiz? Bu soruları önemsiyor ve üzerinde düşünmeye değer buluyorum.
Avam unutkandır, unutkanız. Çoğu zaman da öz kimliğimizi taşımakta zorlandığımız doğrudur. Birkaç nesil sonra yaşadığımız zulümleri unutup gündelik hayatın geçim derdine düşebiliriz. Yani demem o ki hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da yardıma ihtiyaç duyuyoruz: Kendi derdimizi, idealimizi; yani yaramızı, hatta çaremizi aklıselim sahibi birilerinin hatırlatmasına ihtiyacımız var. Âcizane, bu selim aklın bilgelik emaresi taşıyan şairler olduğunu düşünmüşümdür. Zira şairin başlıca görevlerinden biri de içinde yaşadığı topluma tarihî misyonunu ve kimliğini hatırlatmak olsa gerektir.
- Nesiller değişse, “şapkanın” formu yenilense ve çeşitlense de temelde sembolik anlamından izler taşıdığı bir gerçek.
Biraz daha açmak gerekirse: Hakiki şair, toplumun vicdanıdır, bilge insandır. Kavramları harmanlar, anlamın peşinde bir nevi felsefî kazı yapar. Görünenin arkasında gizleneni hisseder, her türlü dayatmayı reddeder. Güce yaltaklanmaz. Şahsi hesap peşinde değildir. Kelimelerle hakikate hizmet eder. Her daim haksızlığa, hukuksuzluğa ve dayatmalara karşı estetik bir direniş gösterir. Ama onu filozoftan ayıran şey, bulduğu hakikati bir manifesto gibi sunmak yerine; onu imgelerle estetize ederek okura sunmasıdır.
Şair, kendi insanının duygularına temas etmeden yazamaz, yaşayamaz. İdeolojiye adanmış bir ömür değil demek istediğim; politik olmadan, sağa sola savrulmadan halkının yanında olan, kelimelerini keskin ve fakat estetik bir kılıç gibi kullanan şairi kastediyorum. Şair; manevi değerlerine, geleneğine özetle kendi özüne bağlı kalarak çağının bunalımlarından kendisini muhafaza edebilir. Kendisine/halkına giydirilmek istenen yabancı ideolojiyi/elbiseyi/başlığı/şapkayı reddedebildiği nispette, gelecek nesillere yeni bir soluk, parlak bir vizyon önerebilecektir.
İçinde yaşadığımız toplumu anlamanın yolu; geçmişimizin ya da günümüzün problemlerini fark ederek bugünün diline taşıyabilen, toplumsal yaralarımıza merhem olabilecek reçeteler sunabilen şairlere, yani bilge insanlara kulak vermemizle mümkündür. Tam da bu yüzden, dünyanın gidişatını anlamak için haber bültenlerinden çok, hakiki şairlerin sözlerine, çağrılarına; kısacası şiirlere kulak vermeliyiz. Bu noktada öne çıkan bir başka soru: “Türk şairinin bu baskıcı kimlik dayatması karşısındaki tavrı neydi ya da ne olmalıdır?”
Sorumuza cevap niteliğinde bir şiir var. Bana bu yazıyı yazma motivasyonu sağlayan bir dize. Her mısrası âdeta birer altın lira olan “Hızır’la Kırk Saat” şiirinde, Üstad Sezai Karakoç’un şu dizesi dikkat çekicidir: “yaşlı bir adamın şapkasını düşürdüm”
Şair burada, görünüşte basit bir eylemi şiirine taşıyor gibi görünse de aslında kendi medeniyetini, kimliğini geri kazanma uğrunda önemli bir hamle yapmaktadır. Karakoç’un bu mısrası, bizi sessiz, estetik ve asil bir uyanışa teşvik eder; dayatılmış yabancı bir kimliğe karşı itirazda bulunur. Bu zarif hareket, nazik olduğu kadar sarsıcı bir eylemdir. Gafletle uyuyan birini uyandırma teşebbüsüdür. Şapkayı yere düşürerek; yani bize ait olmayan yabancı kimlik nesnesini reddederek, belki de yüzümüzü yeniden gökyüzüne çevirmeye fırsat bulacak, hakiki çehremizi görünür kılma imkânı yakalayacağız. Öz kimliğimize dönmenin yolu da hiç şüphesiz bize ait olmayanı zihnimizden ve bedenimizden atmakla olacaktır. Bu şuuru taşıyan bilge Türk şairi, kendi toplumuna dayatılan hiçbir şeyi benimsemez. Kanun ya da moda yoluyla dayatılan şapkanın sıradan bir bez parçası olmadığını bilir. Sembolik anlam ve imgeler üzerinden şiirini kurguladığı için de dayatılan nesnenin sembolik anlamının farkındadır. Bu uyanıklık hâli, şaire medeniyetini şekillendirecek olan kimliğini koruyabilme imkânı sunar.
Kanaatim odur ki onurumuz, kültürümüz ve inancımız hiçe sayılarak dayatılan hiçbir şeyi unutmamalı ve sembolik olarak da olsa reddetmeye devam etmeliyiz. Nesiller değişse, “şapkanın” formu yenilense ve çeşitlense de temelde sembolik anlamından izler taşıdığı bir gerçek.
Netice-i kelam; toplum olarak modernitenin, moda yoluyla estetize ederek bizlere biçtiği “elbiseleri” reddedebilmemiz için, şiirlerimizde “şapkaların” aynı iştiyakla yine yeniden yere düşürülmesine ihtiyacımız var.