Sürekli değişen harita

Sanki kendi çemberimiz içinde doğar, büyür ve ölürüz. O çembere nelerin, nasıl girdiğini bilmemiz de imkânsız. Yalnızlığın da bu çemberle doğrudan ilgisi var. Yalnızlık duygusu, adeta bu çemberin kanıtı gibi. Çemberin zorlanması belki aşkla olur. Bir de tabii ki imanla. Diğer türlü başka çemberlerle iletişime geçemeyiz.
Her insanın hayatı bir daireye, yani içi dolu bir çembere benzer. Ne demek istiyorum? Hayatımızda ne varsa, kalbimizde de o yok mudur? Peki hayatımızda ne varsa yine aklımızda da o yok mudur? Kesinlikle vardır. Bunların hepsine hayatımızın çemberi diyebiliriz. Çemberin ne kadar büyük olup olmadığını bilemeyiz. Her insanın hayatı aynı büyüklükte bir çember midir? Düşünmüyor değilim bunu. Biliyorum bu boş bir düşünce; çünkü kendi hayatımdan başka kimsenin hayatını bilemem. Bu, kendi kalp ve aklımdan başka kimsenin kalp ve aklını bilemeyeceğim anlamına geliyor. Başka bir insanın hayatına istediğimiz kadar hâkim olalım, yine de onun ne aklına ne de kalbine nüfuz edebiliriz. İşin korkunç tarafı, onun hayatını da kendi çemberimizden görür, aklımızla yorumlar, kalbimizle hissetmeye çalışırız ki, gördüğümüz, yorumladığımız ve hissettiğimiz şeyler, o kişiyle mi alakalıdır, yoksa doğrudan kendimizle mi, bundan bile emin olamayız. Psikanalizin çakılıp kaldığı nokta burasıdır.
Sanki kendi çemberimiz içinde doğar, büyür ve ölürüz. O çembere nelerin, nasıl girdiğini bilmemiz de imkânsız. Yalnızlığın da bu çemberle doğrudan ilgisi var. Yalnızlık duygusu, adeta bu çemberin kanıtı gibi. Çemberin zorlanması belki aşkla olur. Bir de tabii ki imanla. Diğer türlü başka çemberlerle iletişime geçemeyiz. Akıl da bu konuda yetersiz kalır, ilim de. Belki iman ve aşka bir de şiiri ekleyebiliriz. Üçünün de kaynağı bence aynıdır. Dinle sanatın aynı kaynaktan çıktığını söyleyenleri çok da yabana atmamak gerekir. İkisi de çemberin dışıyla iletişimimizin yolları gibi görünüyor. Dinle kurulan sağlıklı bir ilişki, yani iman, Yaratan’la irtibatımızı sağlıyor ki bu, yaratılmış olan her şeyle irtibata geçtiğimiz anlamına da geliyor. Sanat ise yedeğine aşkı ve şiiri aldığı müddetçe insanın “ümmi” yani saf haline yaklaşmamızı, yine kaynağı Yaratıcı’mız olan Allah’ın ihsanıyla başka çemberlere, dünyalara, diğer ifadeyle insan ve toplumlara açılmamızı sağlıyor.
Çemberin içinde neler var? Bize verilenler var. Allah’ın acı/tatlı ihsan, ikram ve lütufları yani. Acı sandığımız şey tatlı şeylere gebedir. Tatlı sandığımız şey acı şeylere gebedir. Çemberin içi o an acı/tatlı neye sahipsek onlardan oluşur. Arkadaşlarımız, işimiz, evimiz, sevdamız, ailemiz, ilmimiz, düşüncelerimiz, başarısızlığımız, inançlarımız… o an orada olan şeyler; çünkü bir saat sonra onlar gidebilir. Yerine başka şeyler gelebilir. Ya da yeni bir şey gelir. Çemberin içi belli ölçüde, yani tayin edilen miktarda şey alacağı için mutlaka bir şeyler çıkar hayatımızdan. Tabi ki yeni gelen şeye yer açmak için. Onu da alayım ama diğeri de gitmesin diye bir şey yoktur. Hayatımız sınırlıdır çünkü. İnsan sınırlıdır. Nasıl ki her şeye gücümüz yetmez, aynı şekilde hayatımızda da bir şeyleri bilerek veya bilmeyerek feda etmeden hayatımıza yeni bir şeyler eklememiz mümkün değildir. Çemberin vazifesi budur zaten. Basit bir örnek; iş hayatına fazla vakit ayırdığımızda aile hayatımıza ayırdığımız vakit azalır. Çember sınırdır. Bu, duygu dünyamız için de geçerlidir. Maddi hayatımız için de. Kendinize bir ev satın aldığınızda elinizden parayla birlikte başka nelerin çıktığını sorun. Huzurunuz? Aile saadetiniz? Arkadaş ilişkileriniz? Ya da kıskançlığın minimum düzeyde olduğu kardeş ilişkileriniz?
Çemberin dışından ne girerse içeri, o kadar da içeriden dışarıya çıkış olur. İsmet Özel’in “Her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana” mısraını hatırlayalım. Bunun normal olduğunu anlatıyorum. Yani şaire haksızlık edilmiyor. O çemberin içine sevinç girdiyse, bazı şeyleri kusarak çıkaracak demektir. O sevinç nöbeti kusmaya davetiyedir. Neşe dolduğunda içine, ona yer açmak için kusması gerekir. Neşenin verdiği genişlik, kusmanın verdiği darlıkla birlikte olacaktır. Bir şehirden başka bir şehre göçtüğünüzde bunu daha iyi anlarsınız; çünkü hiçbir şehir diğerinin aynısı değildir. Daha küçük bir şehre taşındığınızda, o şehre uygun olarak duygularınız da daralır. Sosyologların “taşra sıkıntısı” diye kavramlaştırdığı durumdur bu. Uğraşlarınız, kaygılarınız, tanıdıklarınız, dostlarınız hakeza aynı şekilde değişir. Dairenin içine yeni bir şehir girerken, daireden başka bir şehir çıkar. Yeni şehre kavuşmanın sevinci, terk edilen şehrin ayrılık acısıyla birliktedir.
Dairenin içini, ülkeler haritası gibi düşünebiliriz. Ülkelerin bu haritadaki yamuk yumuk sınırlarını gözünüzün önüne getirin. İç dünyamız da böyledir. Dünyaya dahil edilen her yeni şey bu haritayı değiştirecektir. Dünyanın büyüklüğü değişmez. Ama ülkelerin sınırları değişebilir. Bazı ülkeler yıkılabilir de. Dahil etmek, insanın kendi eliyle olduğu gibi farklı bir elle de olabilir. Afetler mesela; çemberden birçok şeyi çıkarırken, birçok şeyin girmesine sebep olur. Âşık olmak hayatını değiştirir. Aşkın coşkunluğunu, mesela o kişiyi istemeyen annenin ıstırabı örtebilir. Örnekleri bu şekilde çoğaltmak mümkün. Kısacası, sevinçlerimizi gölgeleyen ıstıraplar ya da ıstırabın sebep olduğu darlığı genişleten sevinçler, aynı şekilde normaldir. Bize anormal gelse de… Talep edilen şey, neyin karşılığında gerçekleşecektir, hangi değişimleri göze almayı gerektirir, düşünsek de yaşamadan bilemeyeceğimiz bir hakikattir.