Süperstar Ortaç

Divan şiirini yüksek zümre edebiyatı diye eleştiren kimseler, günümüz Türk şiiri hakkında ne söyleyebilir? Şimdi bırakın yüksek zümreyi, neredeyse sadece şairlerin bir şeyi oldu şiir.
Cumhuriyet tarihinin en meşhur Ortaç’ı hiç şüphesiz Serdar Ortaç’tır; ama kendisi henüz doğmadan, “Karabiberim” ile radyolarda nam salmadan ve konserlerde şarkı söylemek yerine dinleyicilerle dertleşmeden önce bir başka Ortaç daha vardı: Yusuf Ziya. Gençliğinde aruz ile şiir yazan Ortaç, diğer birçok hececi gibi Ziya Gökalp ile tanışınca heceyle şiir yazmaya başlamıştır. Çanakkale Savaşı ardından Gelibolu’ya gidip oradaki milli ve manevi duyguları şiire aktarması için görevlendirilen birkaç şairin arasındadır. Birçok şair bu vesileyle savaş ve kahramanlık şiirleri yazmıştır; ama Enver Paşa sadece bir iki şairin kitabı için neşriyat ve telif pahasına katlanmıştır. Bunlardan biri de Yusuf Ziya’nın Akından Akına kitabıdır. Tabii gerçekten cephede savaşan şairlerimizden Ahmet Haşim’e böyle bir teklif gelmemişti. Bu da Harbiye Nezareti’mizin ayıbı olsun.
- Halkın gördüğü ile şairin gördüğü şair de aynı şey değildir.
Gelecek vadeden bir şair olmasına rağmen Ortaç, kendini dergiciliğe adamış ve esas yolunu buradan tutmuştur. Çıkardığı birçok dergi arasında en başarılı ve en meşhur dergisi Akbaba olmuştur. Yarım asırlık bir maceradır Akbaba. Bu derginin bir de kitap yayınları vardı. Birçok meşhur fıkra serileri, köşe yazıları kitap suretinde bu şekilde derlenmiştir. Yayımlanan bu kitapların arasında Ortaç’ın Bir Varmış Bir Yokmuş adlı, şair portrelerinin sunulduğu bir eseri de vardır.
Edebiyat tarihi ve dedikodusu açısından tatlı bir kitaptır bu. Yahya Kemal’in yemekten sonra bir tas içinde takma dişlerini yıkadığına dair anekdot da bu eserde geçer. Ne var ki kitabı okuduktan sonra aklımdan bir türlü çıkmayan pasaj, Ortaç’ın Enis Behiç hakkında kaleme aldığı parçada geçmektedir:
“Çağımızın bütün güzelleri parktaydı o akşam: Dar etekli ipek çarşaflara bürünmüş genç kızlar, göğüslerinde beyaz bir üçgen bırakan siyah peçeler altında isimlerimizi fısıldaşarak geçiyorlardı! Yaaa, kırk yıl önce, kızların dillerinde bizim adlarımız dolaşırdı, Hollywood yıldızlarıyla stadyum yıldızları değil!”
Yusuf Ziya’nın bu yazdıkları bana ilkin çok inandırıcı gelmedi. Yirminci yüzyılın ilk dönemlerinde şairler kamu nezdinde daha popüler olabilirdi, ama İstanbul’un genç kızlarının dedikodusuna konu olacak kadar popüler olamazlardı… Değil mi?
Sonradan düşündüğümde, Gülhane’de gezen bu genç kızların aynı zamanda Yusuf Ziya ve Enis Behiç ile aynı muhitten olabileceğini düşündüm. Ne de olsa o zamanlar İstanbul’un kalburüstü halkı çok hususi birkaç muhitte yaşıyordu. Bundan dolayı Ortaç’ın bahsettiği şöhret de muhtemelen yerel, hatta yöresel bir şöhretti. Kendi de bunun farkında değildi büyük ihtimalle. Ne de olsa Türkiye’yi etkileyecek kararlar, dedikodular, olaylar, cereyanlar uzun süre bu muhitten çıktı. Bundan dolayı kendilerini de umumca bilinir zannediyorlardı.
Tabii, şairlerin kendilerini olduğundan büyük görme saplantısı zamansız bir illettir. Yaptığımız şeyi önemsediğimizden, özneli şöyle dursun, nesnel olarak da önemli ve değerli gördüğümüzden kendimizi yüksek bir koltuğa oturturuz. Halkın da şairi bu koltuğa oturttuğunu düşünürüz; ama aslında bu da bir yanılgıdır. Halkın gördüğü ile şairin gördüğü şair de aynı şey değildir. Üstelik halkın gördüğü ve beğendiği şairi de beğenmeyiz zaten. Şiir ortamından uzak birisi İsmet Özel’in şiirlerini seviyorsa yanlış sebeplerden dolayı İsmet Özel’i seviyordur. Görüleceği üzere şiiri takdir etme hakkı da en çok şairlere aittir. Bu doğal bir sonuçtur tabii, nihayetinde buna ilişkin en çok kafa yoran kimseler de şairlerdir; ama bunun en büyük neticesi de şiirin hususi bir alana kıstırılmasıdır.
Divan şiirini yüksek zümre edebiyatı diye eleştiren kimseler, günümüz Türk şiiri hakkında ne söyleyebilir? Şimdi bırakın yüksek zümreyi, neredeyse sadece şairlerin bir şeyi oldu şiir. Belki her bir şair kendi ailesi veya dost çevresi içinde “şairlik” sıfatını taşıyıp yine bir “muhitin şairi” veya “mahallenin şair çocuğu” olarak varlığını sürdürüyordur. Tıpkı Yusuf Ziya’nın kısa bir süreliğine sürdürdüğü gibi.