Osman Özbahçe: Türkiye’nin tabusu da tapusu da İslam’dır

Osman Özbahçe: Türkiye’nin tabusu da tapusu da İslam’dır.
Osman Özbahçe: Türkiye’nin tabusu da tapusu da İslam’dır.

90 Kuşağının önemli şair ve eleştirmenlerinden Osman Özbahçe ile Türk şiirinin dünü ve bugünü üzerine keyifli bir söyleşi yaptık…

İlk edebi ürünlerinizi verdiğiniz yıllardan bugüne hem Türkiye’de hem dünyada çok şey değişti. Şiir ve siyasi hayatımızdan teknolojik gelişmelere kadar. Peki şiire başladığınız yıllarda şairlerden ve eleştirmenlerden beklenen neydi bugünden farklı olarak? Böyle bir ortamda Türkiye’yi, dünyayı ve şiiri nasıl algılıyordunuz?

Şiiri, üniversite için Ankara’ya geldikten sonra tanıdım. İlk yıllar şiiri entelektüel oyuncak gibi görüyordum. Hayatımın yönü ciddiyet kazandıkça ne yapacağım konusunda bir karar vermem gerekiyordu. Onu yapamayacaksan bunu yap gibi bir durum. İlk şiirim 1990 yılında yayınlandı. O yıllar şiiri ciddiye alan çok insan vardı veya biz böyle insanlarla daha çok karşılaşıyorduk. Şimdi pek karşılaşmıyoruz. Karakoç, şiir millet sanatıdır der. Bizler milletinin içine doğan insanlarız. Mayamız, hamurumuz orada karıldı. Yani şiire çarpmamızdan daha doğal ne olabilirdi? O günler feda duygusu içindeydik. Biz derken 90 kuşağını kastetmiyorum. Şiiri de kastetmiyorum. O yıllar genç insanlar duyarlığını kastediyorum. Meselâ bazı gençler Afganistan’a gidip, Bosna’ya gidip şehit oluyorlardı. Olmayanlar da hayatlarını kaybediyorlardı. Hepimiz kurtarıcı kıtaydık. Şimdilerde insanlar çok değişti. Eşik aşıldı. O yıllar küçümsediğimiz ne varsa şimdilerde yüksek değere dönüştü. Beni şimdiki yüksek değer kalabalıktan iki şey korudu. Din ve şiir. Ben gençlik yıllarımda Türkiye’nin tabusu da tapusu da İslâm’dır düşüncesi taşıyordum. Şimdi de bu düşünceyi taşıyorum. İslâm bu topluma ne kadar yerleşirse ülke o kadar sağlamlaşır. Bunun karşısına çıkarılan her şey vakit kaybıdır. Şiir, gençlik yıllarımda benim için bir inşaydı. Dergi çıkardım. Dergi bir inşadır. Yayınevi kurdum. Yayınevi bir inşadır. İdeolojik perspektif bir inşadır. Bugün iki ideoloji, iki şiir kaldı: Para ve serbest yaşam. Oysa şiir ruhun derinliklerine doğru, kalbin derinliklerine doğru bir sanattır. Derinlemesine kavrayıştır. Kalbine dönen topluma döner. Hayata ve insana döner. Geriye teknik mevzular kalır. Orda da kurallar bellidir.

Sizin gibi 90 kuşağı şairleri için bir poetika oluşturmak, bunun peşinden gitmek çok önemli bir şeydi. Belki de bu yüzden Türk şiirinde sizin kuşak kadar çok poetik metin üreten yok. Neydi 90 Kuşağı’nı poetik metin üretme konusunda bunca heyecanlı, verimli, ısrarlı kılan?

Poetika kelimesini Türkçede ilk Necip Fazıl kullanmış. Şiire ilişkin etraflı düşünme biçiminde anlıyorum ben bu kelimeyi. Teori de dahil, pratik eleştiri de dahil. Oysa benim kuşak poetikayı akım yaratma çabası olarak algıladı. Bu nedenle çabaladı da çabaladı. Önüne gelen şiir nasıl yazılır listesi yayımladı. Hatta bu çaba bizden sonraki kuşağın başlangıç yıllarına da sıçradı. Fakat öyle bir hayat dalgası geldi ki bütün dünya teslim bayrağı çekti. Dünya küreselleşti. İnsan küreselleşti. Bakın, bugüne değin şiire ilişkin onca yazı yazıldı, söz söylendi. Dünya kadar kitap çıktı. Yine de hiçbiri, diğerlerini aşıp öne geçemedi. En mükemmeli bunu yapamadı. Yegâne biçimleyici unsura, modele dönüşemedi. Şiirin yapısı buna izin vermedi. Tek açıya yığılan şiir iki adımda yığılıp kalır. Ben çok açıdan yanayım, bir şiirde aynı anda işletilen açılardan yanayım. Benim akım takıntım, poetika takıntım yok. Kavrama takıntım var. Mottom: Şiir size nasıl yazılacağını söyler.

90 Kuşağı şiire ilişkin İkinci Yeni’den bile daha çok metin üretti. Bence bu şiire verdiği önemi gösteriyor. 90 Kuşağı şiirin üzerine titredi. Ufku açık metinler üretti. İnsanı besleyen, zenginleştiren metinler üretti şiire ilişkin. Bence 90’nın egemenliği İkinci Yeni’den bile daha uzun sürecek. Fakat daha iyisini yapabilirdi.

Günümüz Türk şiirinde -küreselleşmenin de etkisiyle tabii- bir tür edebi kişiliksizliğin, meselesizliğin, anonimleşmenin ortaya çıktığını düşünür müsünüz?

Meselesiz, kişiliksiz, anonim. Hepimiz şiire baktığımızda böyle şeyler görüyoruz. Fakat şiire ilişkin negatif tablo her dönem geçerli. Cumhuriyet tarihi boyunca her dönem şiir öldü tartışması yapılmış. Selâm verdim almadılar diyor Fuzûlî. Bu değişmeyecek. Bu noktada SP kuralı devreye giriyor: Senin Problemin. Şiir her şairin özel meselesidir. Şiiriyle kalacak ya da kalmayacaktır. Klişe de anonim de silinip gidecek. Öyleyse sahici iş yap.

Ortam, öyle ya da böyle iktidarın emrinde. Bu iktidar devlet vesair değil, küresel, evrensel iktidar. Görülmek isteyen oraya takla atıyor. İşe de ülkesine dair ne varsa satarak başlıyor. Bu düpedüz sömürge kültürü.

Önceleri şöyle konuşulurdu: Sanat, uyarlama gerektirmez. Şiir, hangi dile çevrilirse çevrilsin, uyarlama gerektirmeyen bir sanattır. İnsanın evrenselliği ölçüsünde evrenseldir. İnsani acının, umudun, arzunun millîsi gayri millîsi olmaz. Bunu sanat ölçüsünde ifade edebildiniz mi edemediniz mi? Konu budur. Bu konuşmayı, şöyle sözler izlerdi: Örneğin Dostoyevski’nin romanlarında kendinden bir parça buluyorsun, ama Rusya’yı da görüyorsun veya görmüyorsun. Sana hitap için Rusya’dan vazgeçmesi gerekmemiş. Aynı şey, senin şiirlerini, romanlarını okuyan da Türk, Türkiye bağlamında bunu yapacak. Şimdi bu bağlam iptal ediliyor. Düpedüz küresel sistem Ankara’da İspanyol, Antalya’da Hollandalı ol diyor. Bütün aidiyet noktalarını: aile, din, dil, kültür, gelenek, millet, ülke, devlet, bir çerçevesi olan her şeyi yok eden bir anlayış getiriliyor. Bütün itirazlar, sanat evrensel nitelik taşımadıkça gerçek sanat olmaz, cümlesiyle cevaplanıyor. Bu cümle de size kibarca küresel ideolojinin yolunu yordamını gösteriyor. Var mısın, yok musun diyor.

Son yıllarda şiirde Dil çalışmalarının öne çıktığını görüyoruz. Peki Dil’i şiirin merkezine koymanın bir kolaycılığı var mı sizce? Kendi eserlerinizde Dil ile kurduğunuz ilişkiyi nasıl anlatırsınız?

Dil oyun hamuru değildir. Ortada bir anlam sorunu var. Kelime, kullanıldığı anda anlam düşüyor. Bütün kelimeler delik. Anlam tutmuyor. İnsanlık, tarihinde, hakikate en uzak ânını yaşıyor.

Yazının ikinci plâna, görüntünün birinci plâna geçtiği bir süreç yaşandı. Görüntü ve algı yazının ve gerçeğin yerine geçti. Bu gerçek, gerçeği sanallaştırdı. Dili konu edinen çalışmalar da bir anlam arayışını yansıtmıyor. Hayat, hayat değil. İnsan, insan değil. Dolayısıyla şiir de şiir değil.

İlk gençliğinizden bugüne çok zaman geçti. Ama o zamandan beri her daim “taze” olan bir konu var: Gelenek. İkinci Yeni ve öncesi üzerine de çalışan bir şairsiniz. Sizce bir şairin gelenekle kurduğu bağın hem kendi şiiri hem de Türk şiiri için ne tür bir önemi vardır?

Yenilik geçmişle bağını arar. Gelenek sürer. Bu ikisi birbirinden bağımsız yan yana akan iki ırmak değildir. Birbirine karışır. Birbirini değiştirir. Yenilik gelenekle kök atar. Gelenek yenilikle tazelenir. Sadece gelenek yenilenmez, gelenekle ilişkisinde yenilik de yenilenir. Böylece kalıcılık vasfı kazanır. Yaşar. Geleneğini kazanır.

Türk şiirinde gelenek ve yenilik bahsinin mükemmel örnekleri Hâşim, Karakoç ve İsmet Özel’dir. Hâşim literatürü eski dil yabancı kelime laflarıyla dolu. Oysa Hâşim döneminin en ileri akımlarıyla şiiri düşünen öncü bir şair. Dönemine göre oldukça ileri bir adım. Eski dil yabancı kelime dedikleri dil de Türkçe. Kendileri dile yabancılaştığı için kullanılan dili yabancı dil zannediyorlar. Dil eskimez. Daralmaz. Sadece genişler. Hâşim, divan şiirini hatırlatan dilinin içinde, örneği divanda, Tanzimat’ta bulunmayan bir şiir yazdı. Aynı işi Cumhuriyet Türkçesiyle de yaptı. Gelenek bağı içerdiği yenilik nedeniyle onu bugüne taşıdı. Şiirini sağlam temeller üzerine kurmasaydı ardından gelen hece kuşağı onun izinden gitmezdi, 40’lı yıllarda bile Orhan Veli ona karşı çıkma gereksinimi duymazdı.

Karakoç, kopuş derecesinde yeni bir iş yaptıklarını biliyordu. Henüz geleneğini kurmadı diyordu yeni şiire. Yaptıkları işe dair ilk yazısı “Yeni Türk Şiirinin Yönü”dür. Yeniliği gelenek içinde kurmayı savunarak akım içinde farklılaştı. Ece Ayhan yıllar sonra onun şiirini tarif etti: “Geçmişteki bütün Türk şiiriyle bağıntılarını kesmek kaygısı içindeyken geçmişle yeni bir bağıntı kurmak kaygısı. İkisi bir arada. Kurmak istediği çok sonraları gelecek bir şeydi. Nitekim kimi sanatçılarla geldi, bağlandı.”

Karakoç, Hâşim’le, Yahya Kemal’le, Cenap Şahabettin’le kapanan gelenek damarını yeniden açtı. Bütünüyle aktüel, çağdaş, modern durumla gelenek damarı onda yeni bir senteze kavuştu.

İsmet Özel, bütün gücüyle karşı çıktığı İkinci Yeni’nin en önemli şairlerinden birine dönüştü. Şiirindeki sesi de İkinci Yeniden değil, daha önceden, Türk şiir geleneğinden aldı. Kendine özgü mükemmel bir teknik biçiminde geliştirdi. İkinci Yeni’yi eleştirerek başladı, ama bastığı toprak İkinci Yeni toprağıydı. Bu iş böyledir.

Ben gelenek ve yeniliği hep kopuş ve devam fikri biçiminde algıladım. İç içe geçmiş yapılar biçiminde. Aynı anda, birbirinin içinde işleyen yapılar biçiminde. Kopuş; tarihsiz, kültürü yok, edebiyatı yok demektir. Geçmiş bağıntısı içinde büyük sentez henüz gerçekleşmedi demektir. Yenilik geçmiş bağıntısı içinde devindikçe edebiyat da gerçekleşecektir, yenilik de.

Gelenek süreklilik duygusudur. Ölmeyen öz, ölmeyen biçimdir. Fakat şiirde gelenek yapanlar, genellikle, şiirde barınamazlar. Onların yaptıkları yaşamaz. Çünkü gelenek hazır kalıplar sunar. Şiir hazır kalıp değildir. Fakat yeni, daha ikinci adımında kendi geleneğini kurmaya çalışır. Paradoks şiirin semtine bile uğramaz. O nasıl bağ kurulacağını, nasıl yaşayacağını herkesten iyi bilir. Bu nedenle sanatlar sanatıdır.