Mehmet Karakaş: Bugünün insanı, kendi iç mekan tasarımında edilgen konumdadır

​MEHMET KARAKAŞ: BUGÜNÜN İNSANI, KENDİ İÇ MEKÂN TASARIMINDA EDİLGEN KONUMDADIR
​MEHMET KARAKAŞ: BUGÜNÜN İNSANI, KENDİ İÇ MEKÂN TASARIMINDA EDİLGEN KONUMDADIR

Prof. Dr. Mehmet Karakaş ile insanın iç mekânını kaybedip kaybetmediğini, son yıllarda mekân ve insan arasındaki ilişkinin nasıl seyrettiğini ve anıların mekânı ile veri akışlarının mekânı arasındaki farklılığı konuştuk.

İnsan-mekân ilişkisi bağlamında, modern insanın mekânla kurduğu ilişkinin bir mahremiyet kaybına yol açtığı söyleniyor. Çağdaş mekânlar, hâlâ kişisel hikâyelerin taşıyıcısı olabiliyor mu, yoksa sadece tüketim arka planı mı artık?

Modern insanının mekânla kurduğu ilişki, geçmişten yani gelenekten derin bir kopuşu ifade eder. Modernitenin etkisiyle toplumsal yaşamda meydana gelen hızlı ve köklü değişimler, mekânı özellikle de kent mekânını oluşturan yapıların türünü ve simgeleme anlamlarını radikal biçimde değiştirmiştir. Modernite, kent mekânındaki görsel ve çevresel özellikler ile sosyal yaşantı ve alışkanlıkları yeniden biçimlendirmiştir. Modern yaşamda gelenek gücünü yitirdikçe gündelik hayat çoklu etkileşimler temelinde sürekli olarak yeniden inşa edilmektedir. Kişisellik ile mekân arasındaki ilişki de kendini yeniden ifade etmektedir. Modern gelişmelerin sunduğu imkânlar, kişiler için eskiye göre kıyaslanmayacak ölçüde fiziksel ve psikolojik mahremiyet konumları yaratmıştır.

  • Yeni medya düzeni üzerinden kişinin hikâyesi de, kişinin hikâyesini taşıyan mekân da ifşa edilerek medyatik gösteriye dönüşmektedir.

Bu durumda mahremiyet alanlarının giderek azalmasına, sınırlanmasına neden oluyor.

Evet, imkân ve araçlar sayesinde büyük kontrol gücüne kavuşan bir toplumsal yapı içinde bireylerin mahremiyet alanı da giderek sınırlanmaktadır.Böylece, bireyin kendi yaşamı üzerindeki denetimi ve kişisel kontrol sağlama yeteneği de zayıflamaktadır. Modern yaşamın yeni aşamalarında ise mekânsal tasarımlar bağlamında birey, gölgeyi ve geceyi kaybetmenin yanında içeri ve dışarı algısının bulanıklaşmasının yarattığı atmosferde mahremiyetle ilişki kurmanın izini de kaybetmiş durumdadır. Bütün bu gelişmelerin odağında bulunan insan, sürekli yeniden tasarlanan mekân ile kurduğu ilişkide mahremiyet kaybı yaşamaktadır. Ancak mekânın yaşadığı radikal değişimlere rağmen insan ile olan ilişkileri bağlamında kişisel hikâyeleri taşıma gücünü hâlâ koruduğunu düşünüyorum.

Yine de hikâyeyi taşıma gücünde gerçeklikten biraz uzaklık mevcut sanki.

Belki de. Örneğin yaşadığımız süreçte gerçekleşen İran-İsrail savaşında bomba sesleri arasında Tahran’ın ıssız bir caddesinde keman çalan kişinin hikâyesi, o şehrin ve caddenin taşıyacağı bir hikâyedir. Ancak yeni medya düzeni üzerinden kişinin hikâyesi de, kişinin hikâyesini taşıyan mekân da ifşa edilerek medyatik gösteriye dönüşmektedir. İfşa edilen kişisel hikâyeler ise hızlı bir şekilde tüketilmekte ve mekân belleğinin unutma kompartımanındaki yerini almaktadır ve bu durum, tüketilerek yeniden üretilmektedir.

Mekânla kurulan ilişkinin medyatik gösteriye dönüşmesi dediniz. Buradan hareketle sanırım: Son yıllarda insanın mekânla kurduğu ilişkinin mahiyetinde ne gibi dönüşümler gözlemlediğinizi de sormalıyım.

Bu soruyu insan-mekân ilişkisinin temel biçimleri ve bunların zamanla değişimi üzerinden cevaplamak daha isabetli olacaktır. İnsan-mekân ilişkisinin, zamanın ruhuna göre etkisi ve oluş süreçleri değişebilen üç önemli etkileşim boyutundan söz edebiliriz. Bunlardan birincisi insan-mekân ilişkisinde, insanın mekân üzerindeki belirleyici ve şekillendirici etkisidir. İkincisi insan mekân ilişkisinde mekânın insan yaşamı, düşüncesi ve davranışları üzerindeki belirleyici ve şekillendirici etkisidir. Üçüncüsü ise insan-insan ilişkisinde mekânın, bu ilişkinin gerçekleşmesinde, şekillenmesinde ve anlam dünyası kazanmasında fiziksel olduğu kadar toplumsal bir sahne işlevi de görmesidir. Dolayısıyla kadim olandan modern olana, modern olandan postmodern olana uzanan çizgide insan mekân ilişkisinin mahiyetinde de çok önemli değişimler yaşanmıştır. Özellikle ikinci ilişki biçimindeki insan-mekân ilişkisinde mekânın insan üzerindeki etkisi, mekânın modernleşmesi sürecinde çok daha fazla kuşatıcı olmuştur. İnsan, devasa mekânlar ve mekânsal yapılar arasında âdeta kaybolan ve doğasını zorlayan bir atmosferin içerisinde bulmuştur kendini. Postmodern mekân tasavvurunda ise insan, insan-mekân ilişkilerinin bütün sınırlarının buharlaştırılmasıyla âdeta bir kuralsızlığın ve doğasına aykırılıkların nesnesi komuna düşürülmüştür.

  • Sanal, yaygın bir şekilde kabul edildiği gibi gerçeğin karşıtı değil, bizatihi gerçeğin boyutlarından biridir.

Tabii bir de küreselleşme, dijitalliğin artması ve artan göç dalgaları var.

Küreselleşme, dijitalleşme, artan riskler bağlamında yaşanan büyük göç dalgaları ve kentlerde meydana gelen büyük ölçekli demografik hareketliliklere bağlı kentleşme süreçleri, yeni milenyumla birlikte insanın mekânla kurduğu ilişkinin mahiyetini geçmişle kıyaslanmayacak düzeyde değiştirmiş ve yoğunlaştırmıştır. Özellikle dijital teknolojilerdeki hızlı değişim, hem legal hem illegal yapılara önemli imkânlar sunmuştur. Örneğin yeni medya düzeninin en önemli ağı olan sosyal medya, göç etmeyi düşünen kitlelerin kolay erişilebildiği ve daha az maliyetle gerçek zamanlı bilgi sahibi olmalarını sağlayabildiği bir imkâna dönüşmüştür. Bununla birlikte potansiyel göçmenler, hem sosyal medya ağlarını kullanarak seyahatlerini daha az riskli göç rotalarına yöneltebilmekte hem de dijital imkânlar üzerinden ortak bir diasporik kimlik etrafında harekete geçerek kimliklerini koruyabilmektedirler. Buna karşın dijitalleşme ve yapay zekâ araçları üzerinden ülke ve kent yöneticileri göçmenleri kontrol altına alma ve demografik nitelikleri hakkında daha etraflı bilgi edinme imkânlarını kullanmaktadırlar. Aynı zamanda sosyal medya ağları, göçmen ve mülteciler üzerinde sosyal, kültürel, ekonomik ve politik kaygılara yol açan baskı da yaratabilir. Bütün bunlar bize hem kişisel hikâyelerin depolandığı mekân hafızalarını, hem kentlerdeki insan-mekân ilişkilerinin mahiyetini, hem de ülkelerin mekânsal sınırlarını yoğun bir biçimde bulanıklaştırmaktadır.

  • İnsanın artık gerçek mekânı deneyimlemediğini iddia edemeyiz.

Şuradan devam edelim dilerseniz. Bildiğiniz üzere Gaston Bachelard Mekânın Poetikası’nda evi düşlerin saklı merkezi olarak ele alıyor. Bugünün yaşam tarzında ev hâlâ düşlerin barınağı mı, yoksa artık ekranların uzantısı olan bir geçiş noktası mı haline geldi?

Mekânın Poetikası’nda Bachelard, evi algılama tarzımızın, her türlü barınak imgesinin düşüncelerimizi, anılarımızı ve düşlerimizi nasıl şekillendirdiğini göstermeye çalışır. Ev, hepimizin malumu olduğu üzere insanlığın yerleşik hayata geçmesini ve uygarlığın başlangıcını ifade eden en önemli sembollerden biridir. Evin başlangıcından bugüne hikâyesinin oluşumundakültür, teknoloji, ideoloji ve inançlar kaynaklık etmiştir. Modern döneme gelindiğinde mekânsal dönüşüm bağlamında evin iç ve dış yapısı, mimarisi, çizgileri ve işlevselliğinde büyük değişimler yaşandı. Modern teknolojinin sunduğu imkânlarla evin yapımı için kullanılan malzemeler önemli ölçüde değişti. Aynı şekilde, ev içerisine yeni teknolojik aletler girdi.Bununla birlikte ev, bu dönemde de en mahrem mekân olma özelliğini korumuştur. Ancak evin inşasında pencere tasarımından çok katlı apartman yapımına birçok boyutunda yaşanan değişim, evleri düşlerin saklı merkezi olmaktan yavaş yavaş çıkardı. Özellikle ekranların ve internetin evlere girmesiyle birlikte evin bu yöndeki dönüşümü daha da hız kazandı. İnternetle birlikte ise evin sınırları ortadan kalktı. Ritzer’in de işaret ettiği gibi, internet ağlarının gelişmesi ile evin dışındaki mal ve hizmetlere dışarı çıkmadan ulaşılabilme imkânı oluştu. Böylece ev, üretimin yeri olduğu gibi tüketimin de mekânına dönüştü. Bütün bunlara rağmen günümüzde teknolojik gelişmeler ve dijital/sanal mekânlarla her şeyin ‘görünür’ kılındığı atmosferdeevi, düşlerin saklı merkezi olarak değerlendiremesek de, son derece kısıtlanmış da olsa evin hâlâ bir gizli işlevinin olduğunu söyleyebiliriz.

Evin hâlâ gizli bir işlevi… Peki, geleneksel şehir dokusu içinde insanın zamanla kurduğu bağ, aidiyet ve hafıza inşa ederdi. Modern kentleşme bu bağları nasıl etkiliyor? Bu kopuş psikolojik ya da kültürel ne gibi sonuçlar doğuruyor?

Şehirlerin de tıpkı insanlar gibi hafızalara sahip olduğu düşüncesi, mekân üzerine düşünenlerin ifade ettiği bir tespittir. Çünkü bireysel ve toplumsal yaşamın şekillenmesinde ve esaslı değişiminde belirleyici olan toplumsal ilişkiler, tarihsel süreçte bir mekân hafızasına kaydedilerek gerçekleşmiştir. Söz konusu mekânlar ise ağırlıklı olarak şehir mekânlarıdır. Coğrafi mahalde bir yerleşim alanı olan şehir mekânı, diğer mekânlara göre tarihin gördüğü en büyük etkileşim arenasıdır. Toplumsalın oluşumunda ve değişiminde şehir mekânı insan, toplum, düşünce ve medeniyet açısından belirleyici bir role sahiptir. Geleneksel şehir dokusunda şehir mekânının oynadığı bu rol insanın yaşadığı mekânla kurduğu bağları, kendini oraya ait hissetmesiyle sahip olduğu aidiyet bilinci ve şehir hafızasının içerisinde yaşayanlara aktardığı hafıza insanlarda pozitif etkiler yaratmaktadır. Buna karşın modern kent tasarımlarının yaygınlaşmasıyla birlikte insan mekân ilişkisinde var olan bu pozitif etki yerini çeşitli negatifliklere, yabancılaşmalara ve bulanıklaşmalara bırakmaktadır. Modern sanayi toplumunda kent mekânının yaşadığı bu dönüşüm, sosyo-kültürel açıdan hafıza kaybına yol açmakta ve insanı bireyselleştirerek, yalnızlaştırıp güçsüzleştirmektedir. Aşırı bireyselleşme bağlamında yarış, rekabet, bencillik, kazanç hırsı ve başarı tutkusu insanları birbirinden koparırken, aynı zamanda bireyi yalnız bırakarak kişilik parçalanmasına da maruz bırakmaktadır.

Bu duruma bir çözüm iddiasıyla ortaya çıkan postmodern kent tasarımından bahsediyorsunuz…

Evet ve onun yaratmaya çalıştığı hafıza ise aşırı eleştirel ve yüceltilmiş ‘bilinçlilik hali’, ‘aidiyet duygusu’ ve ‘narsist benlik duygusuna’ kapı araladığından. Aslında insan doğasını zorlayan ve aykırılık teşkil eden her iki (modern-postmodern) kent tasarımı da kent mekânlarını hafızasından ve ruhundan soyutlayarak, kurgusal ve değiştirilebilir bir obje haline getirmektedir. Bu durum ise kentli insanı psikolojik, sosyolojik ve kültürel kopuşlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Hâlbuki şehir mekânı, birey ve toplum yaşamı açısından hafızanın zamanda saklanmasını sağlayarak sürekliliği temin eden temel zeminlerden biridir. Kentsel mekânların günümüzde geçirdiği hızlı yapısal değişim ve dönüşümler kentsel kolektif hafızayı zayıflatarak geçmişle bugün arasındaki tarihsel sürekliliği zayıflatmaktadır.

ChulHan, “Yorgunluk Toplumu”ndan söz ederken bireyin kendi iç mekânını da kaybettiğini söylüyor.

Son dönemlerde günümüz bireyi ve toplumsal yaşamı üzerinde önemli çalışmalara imza atan Chul Han’a göre zaman ve mekân, birey ve toplumu açıklamada çok da anlamlı değildir. Yorgunluk toplumunu, neoliberal dönemde akışkanlık kazanan toplumsal yapının, farklı bir niteliği olarak değerlendirir. Her şeyi iç içe geçiren ve birbiriyle bağlayan, kültürelliği ve yerelliği yok eden bir alan olarak hiper-mekânın, mesafeyi ortadan kaldırdığını ve bireyin de iç mekân kaybıyla karşı karşıya kaldığını ifade eder.

Bu zaviyeden değerlendirdiğimizde günümüz insanı için iç mekân algısının, kendi dışındaki aktörler tarafından tasarlandığını ifade edebiliriz. Çünkü iç mekânda bireyin gereksinimleri, konforu, alışkanlıkları, estetik deneyimi gibi veriler tasarımcılar tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla bugünün insanı, kendi iç mekân tasarımında edilgen konumdadır. İç mekânda yaratılan konfor, birey ile dış mekân arasındaki ilişkiyi kuran unsurlardan biri haline dönüşmektedir. Dış mekânla birey arasında kurulan duyusal iletişim sonucunda günümüz insanı, o mekânı yaşanır kılacak davranışlarla rahat hareket alanına kavuşabilmektedir. Günümüz şartlarında iç ve dış ilişkisi, diğer bir ifadeyle kamusal ile mahrem ilişkisi gittikçe genişlemektedir. Bu durumun neticesi olan şeffaflık ise iç ve dış arasındaki görsel, fiziksel ve zihinsel algının kaybolmasına ve içeriliğin yok olmasına zemin hazırlamaktadır. Çünkü bu yok oluş, dışarıyı görünebilir kılarken içeriyi de gözetlenebilir ve denetlenebilir bir yapıya büründürmektedir. Bu ise iç mekânın kamusallığa dâhil olmasına ve kamusallığın ise iç mekân üzerindeki etkisini artırmasına yol açmaktadır.

Mekân artık sadece yaşanılan bir yer değil, gösterilen, paylaşılan, performe edilen bir alan hâline geldi. Bu dönüşüm mimaride, şehir planlamasında veya bireysel yaşam pratiklerinde nasıl tezahür ediyor?

Sizin de ifade ettiğiniz gibi mekânlar artık sadece yaşanılan yer olmaktan çıkarak gösterinin, göstermenin ve rekabetin önemli bir unsuru haline de geldi. Bu durum ise bu alanda üretim yapan ve pazarlayan mimar, planlamacı, mühendis ve emlakçıları yeni yöntemler bulmaya ve yeni tasavvurlar geliştirmeye yöneltmiştir. Bu yaklaşım çerçevesinde mimar ve kent planlamacıları farklı müşteri gruplarıyla kişiselleşmiş biçimde iletişim kurma ve böylece farklı işlevlere ve zevk kültürlerine uygun ürünleri sipariş üzerine hazırlama yönelimine girmişlerdir. Farklı zevklere hitap etme ve onların arzularını yerine getirme çabalarıyla zor bir yükümlülüğün altına giren bugünün mimarları ve kent tasarımcıları, Harvey’in yaklaşımından hareketle söylersek; statü göstergeleri, tarihçe, ticaret, konfor, etnik alan, komşuluk göstergeleri konularına daha hassas ve her türlü zevke hizmet vermeye hazır hale gelmişlerdir. Bu nedenle günümüz kent planlamacısı ve mimarı için kent mekânı, daha fazla imaj ve daha yoğun kültürel bilinçtir.

Son yıllarda ‘Metaverse’ gibi sanal ortamlar yeni tür mekânsallıklar vadediyor. Sizce bu dijital temelli sanal mekânlar, Bachelard’ın savunduğu anlamda bir ‘iç dünya’ kurabilir mi, yoksa sadece simülasyon mu üretirler?

Sanal, yaygın bir şekilde kabul edildiği gibi gerçeğin karşıtı değil, bizatihi gerçeğin boyutlarından biridir. Somut gerçeklikten farklı olarak somut olmayanı da içerir. Dijital teknolojiler temelinde oluşan sanal mekân; sabiteleri olmayan, sınırsız, esnek ve değişken niteliklere sahip, hem kamusal hem de özel bir alandır. Fiziksel dünyanın norm ve kurallarının bulunmadığı siber uzamda gerçek dünyanın bir izdüşümü olarak yeniden yaratılır. Somut mekânda gerçekleşen birçok iş, eylem ve etkinlik sanal mekâna taşınmaktadır. Sanal mekânlar, farklı bir iletişim tarzının ve toplumsal yaşamda çeşitli dönüşümlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış ve insan-mekân ilişkisine yeni boyutlar kazandırmıştır. Örneğin sanal mekânın en tipik temsillerinden biri olan Metaverse, toplumsal yaşamın yankılar üreten birçok boyutunda oluşan verilerin sürekliliği ile çok sayıda kullanıcı tarafından eşzamanlı ve kalıcı olarak deneyimlenebilen, gerçek zamanlı üç boyutlu sanal dünyalar ağı olarak işlev görmektedir.

Dijital temelli sanal mekânlar, dünyada göçmen olan insanoğlu için bir hedef mekân olma özelliği taşımaktadır. Bunu verili bir durum olarak kabul ettiğimizde dış dünyadan göç eden insanın nereye ulaştığını sorgulamak oldukça değerlidir. Örneğin sorunuzda da ifade ettiğiniz gibi bu göçün hedefi, Bachelard’ın savunduğu anlamda ‘iç dünya’ya varmak mıdır? Bachelard mekânı sadece somut bir alan olarak değil, aynı zamanda içsel düşünce ve hayal gücünün bir yansıması olarak değerlendirir. Dışarının içeriyi kuşatması nedeniyle Bachelard, iç dünyaya göçü bir çözüm ve sığınma alanı olarak görür.

Evet, bir nevi insanın kendini iç sürgüne göndererek dışarının yarattığı bunalım ve güvensizlik duygusundan kurtarmayı amaçlar, dediğiniz gibi.

Sanal mekânları bu perspektiften değerlendirdiğimde insanı sağaltacak bir iç dünya kurma kapasitesinin bulunmadığını doğrudan söyleyebilirim. Çünkü günümüz insanın sığınmayı arzuladığı iç dünya, berraklıkla sığlık ile dirlik ve karmaşıklığın birlikte raks ettiği bir uzamdır. Bu uzamı nitelendiren temel özellikler dikkate alındığında sanal mekânlarla, Bachelard’ın savunduğu iç dünyanın kurulamayacağı kendini açık ettiğine göre üretilen şey nedir? Bu noktada Baudrillard’ın hiper-gerçek ve simülasyon kavramlarına müracaat etmekte fayda var. O, insanın artık imajların, taklitlerin ve simülasyonun hâkim olduğu bir toplumsal yapı içerisine adım attığına inanmaktadır. Kendiniimgelerden oluşan bir evrenin içerisine sürgün eden günümüz insanı, gerçekliğe ait her şeyi imgeler üzerinden okumaktadır. Dolayısıyla gerçeklikle ilişkisi olan ve iç dünyayı da kısmi olarak içeren sanal mekânları, üretilen simülasyonlar olarak değerlendirebiliriz.

Görselleşen çağda, Instagram gibi mecralarda estetikleştirilmiş mekân imgeleriyle karşı karşıyayız. Bu temsillerin gerçek mekân deneyimini dönüştürdüğünü düşünüyor musunuz? İnsan artık mekânı mı yaşıyor, yoksa onun görsel yankısını mı tüketiyor?

Dijital teknolojilerin gelişmesiyle hız kazanan sanallaşma süreci, insanın; insan, zaman ve mekânla kurduğu bağları alt üst etmektedir. Bilgisayar ortamında üretilen sanal mecraların gerçekçiliğinin artırılmasıyla ortaya çıkan sanal gerçeklik, estetikleştirilmiş mekân imgeleriyle bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Ancak görsel kültürü oluşturan bu uygulama ve tasarımlar, büyük oranda tüketici estetik kültüre aittir. Görsel kültürü elinde tutan ve onu işlevsel kılan hedonistik araçlar, çok eksenli popüler görsel kültür estetizmine dâhildir. Teknoloji-insan ilişkisi bağlamında görselleşen çağda üretilen temsiller, geleneksel mekân gerçekliğini ve deneyimini ciddi anlamda dönüştürmektedir. Ancak geleneksel kodlarla tanımladığımız gerçek mekân deneyimlerinin dönüşüyor olmasını yok olma olarak da değerlendiremeyiz.

Bütün bu gelişmeler ağında, insanın artık gerçek mekânı deneyimlemediğini iddia edemeyiz. Çünkü insan, mekânda ontolojik olarak var olmaya devam ediyor. Buna karşın günümüz insanı, sanal ağlarda görülen gerçek mekânın yankılarını da deneyimlemeye ve tüketmeye devam ediyor. Bu ikili durum ise günümüz insanının gerçek mekânda etkili bir özne olma halini gittikçe zayıflatıyor. Söz konusu ikili atmosferde daha fazla etkilenen bir varlık olarak günümüz insanı sınırsızlığı, muğlaklığı, bulanıklığı, kayganlığı, tatminsizliği ve güvensizliği yaşayarak gittikçe edilgenleşmektedir.

Sizce “anıların mekânı” ile “veri akışlarının mekânı” arasındaki fark nedir? İnsan artık hangi mekânda daha fazla zaman geçiriyor ve bu tercihler kimliğimizi nasıl etkiliyor?

Aralarında farklı ilişkilerin olmasına karşın şöyle bir temel farkın olduğunu söyleyebiliriz. ‘Anıların mekânı’ hareketsizliği ve sağlamlığı ifade ederken, ‘veri akışlarının mekânı’ dinamikliği ve güvensizliği ifade eder. Anıların mekânı, sadece bireylerin değil, aynı zamanda toplumların belleğinde yer eden yaşanmışlıkları ve hatıraları saklayan bir ambardır. Veri akışlarının mekânı ise verilerin, bir kaynaktan bir hedefe doğru işleme ve analiz amacıyla anlık olarak hareket ettiği dinamik bir mecradır. Özetle anıların mekânı insanı bir yere sabitler ve orası ile ilişkilendirirken veri akışlarının mekânı ise insanı edilgen bir dinamizmde akışkanlaştırarak göçe sevk eder.

Sorunuzun diğer kısmına gelecek olursak hangi tür mekân olursa olsun insan için tasarlanan mekânı; insanın içinde bulunduğu sosyo-kültürel atmosfere ait kimlikten bağımsız düşünemeyiz. Çünkü insanın sahip olduğu bireysel ya da kolektif kimliği, içinde yaşadığı referans dünyasına ait değerlerin ve dinamiklerin oluşturduğu alışkanlıklardan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla mekân ve kimlik arasında organik ve dinamik bir etkileşim söz konusudur. İnsanlar yaşamlarını sürdürdükleri mekânlarda kendilerini gerçekleştirerek kişiliklerinin taleplerini karşılarlar. Günümüz insanı zamanının önemli bir kısmını veri akışlarının mekanlarında geçirse de nostaljik duygularla da olsa kimliğini tahkim etme adına anıların mekanını da hatırlar. Ancak bu durum kuşaklara göre ciddi düzeyde değişiklikler gösterir.