İki arada bir Necip Fazıl

İki arada bir Necip Fazıl.
İki arada bir Necip Fazıl.

Türkçeyi farklı disiplinler içinde tecrübe ederken ona bir gök kubbe de çatar şairler. Ağaç’ın metaforik ve kucaklayıcı sembolizmi ile Büyük Doğu’nun ayrışan çağrışımları sadece onun mizacına indirgenebilir mi?

Osmanlı ve Cumhuriyet, her ikisi de doğaları gereği değil politikaları icabı ayrışık ve çatışıktırlar. Daha da doğrusu Cumhuriyet kendi ontolojik sağlamlığını ardılı olduğu geçmişe, Osmanlı’ya karşı çıkmakta görür. Birleşmeyi, çatışmayı, gerilimi ortadan kaldırmaya orta-halk yeltendiği halde, ayrım, politikacıların kitleye vermek istedikleri istikamet farkından gelir. Necip Fazıl, bir Osmanlı vatandaşı olarak doğduğu halde ömrü neredeyse Cumhuriyet ile çatışarak geçer. Fakat bir Osmanlı savunucusu değildir. N. Fazıl’ın Cumhuriyet ile çatışmasının/çatışırmış gibi gözükmesinin temelinde ise jakoben elitler vardır. Bir “İstiklal Marşı” yazmaya girişecek kadar Cumhuriyeti benimsediği hatırda tutulduğunda, onun sırf doğal bazı mistik duyuşları sebebiyle pozitivist seçkinler tarafından saf dışı edilmek istenilmesine isyan etmesi haksız sayılmaz. Nahit Sırrı Örik’e yapılan/yapılmak istenilenin benzeridir karşılaştığı. Örik, entelektüelliği, üleşimciliğe itirazı yanında yaratıcı vasfıyla çevresindekileri tedirgin eder. Çünkü Tersine Giden Yol romanı daha başta onun ideal ile gerçeklik arasında ne tür bir bakış açısına sahip olduğunu gösterir. Kıskanmak yazarı, Necip Fazıl’a göre daha iddiasız ama aile kökü ve eğitim donanımı bakımından biraz öndedir. Necip Fazıl’ı yukarı çeken ise mutlak mizacı ve yaratıcı kudreti olmakla birlikte ikilemlerinin henüz netleşmemesidir. Kaldırımlar şairi için verilecek “iki arada bir Necip Fazıl” hükmü yerinde sayılır. Bu nebula hali onu sürekli gelgitlerin içine sürükler. Kendisini Cumhuriyet ile özdeşleştirme patolojisine kapılan CHP’ye amansız muhalif olmakla beraber oradan milletvekili olmak için başvuru yapan da odur. Ankara’da görüştüğü arkadaşları o çevredendir. Fakat Necip Fazıl, yönelimleri ile değil yazarken takındığı tutum ve yaptığı tercihlerle Cumhuriyet tarihinin en ilginç öznelerinden birine dönüşür. O, Cumhuriyet’in ötekisi olma lüksünü kabul etmez. Necip Fazıl’ın ruhen ait olduğu kanat da kurucu ekibin içinde olduğu halde, sonradan saf dışı edilir. Sanatta yükselen Necip Fazıl, muktedir paradigmayı tedirgin eder.

Bir ses şairi olmadığı halde Ahmet Haşim, “Çocuk sen bu sesi nereden buldun?” diye soracaktır ona. Haşim’in sesi içe doğrudur şiirde, sembol berrak bir su sızması benzeri şiir toprağından gelir. Tevfik Fikret’inki gibi dışarıya yürümez. Necip Fazıl ise tamamen sesten doğar, hece ses olmadan, söner, kalıplaşır. Fakat daha en başta, Örümcek Ağı kitabında Necip Fazıl, şiirsel boynunu uzattığı bir sunaktadır. Rıza Tevfik’e bakmadan, ona nazar etmeden tam anlaşılamaz bu sunak. Coşkunluk ve sansüalite, tekke yaşantısının canhıraş kalp vuruşuyla güncel bir origami formu kazanır şiirde. Baştan sorulması gereken Necip Fazıl’ın içte, içten yakaladığı canhıraş sesi, dışa çıkarması ve ona Tevfik Fikret tonu kazandırmasıdır gittikçe. Birliğe, bir başınalığa tahammülü yoktur. Neden? Nasıl Cumhuriyet kötü ve köhne yaratmadan ayakta duramazsa Necip Fazıl da her tür düşman olmadan yaşayamaz. Sonradan “Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın/Gündüz geceye muhtaç, bana sen lazımsın!” ifadesine bürünür bu durum. Erken bir terk yaşamıştır çünkü. Fikret Adil’in Asmalı Mescit74 kitabındaki Necip Fazıl önde, başat ve muktedir bir faaldir. Fakat bu faallik bir tür negatif fallus tarafından bastırılmak istenmiştir. Tartışılması gereken Necip Fazıl’ın şiirin mutlak belirleyici iktidarından cemiyetin geçişken ve ölü katına neden huruç ettiğidir. Cumhuriyet ile tuhaf bir özdeşlik taşır oysa geçmişi kökten yok sayıp inkâr etmek bakımından. İkisinin de inkârı içe doğrudur, dışşal bir akışkanlık görüntüsü kazansa bile.

Kaybettiği âlemi/Arıyor deryalarda. Bu mısraları yazdığında henüz 1931 yılındadır Necip Fazıl.
Kaybettiği âlemi/Arıyor deryalarda. Bu mısraları yazdığında henüz 1931 yılındadır Necip Fazıl.

“Şiirlerim ve Şairliğim” başlığını taşıyan metninde, şiire nasıl başladığından bahsederken anne, hasta kız, defter ve hastane imgelerini kullandıktan sonra N. Fazıl, annesinin “Senin şair olmanı ne kadar isterdim.” dediğini yazar. İlk başta anneden sızan bu istek beyaz tülbentten süzülmüş saf ışık olacakmış sanılır. O ise annesinin bu isteğini “varlık hikmetinin ta kendisi” saydığını belirttikten sonra tuhaf bir tabir kullanır; “Bu küçük ve adi bahaneyi hiç unutmadım.” Burada annenin hem anılıp hem de “küçük, adi bahanenin kaynağı” sayılması sadece tuhaf değildir, bir süre sonra, Necip Fazıl’ın kendinden çıkıp kendine dayatacağı şiir görüşünü de aydınlatır. Kendi benini alt ede ede şiirin yüksek benini kazanması gereken şair, aksi yönde bilerek egosunu köpürtür ve ona sembolik bir toplumsallık kazandırır. Dram, hikâye etme kabiliyeti; Reis Bey, Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil, Bir Adam Yaratmak gibi kitaplarda dil ve karakter yaratma üstünlükleriyle parlarken, bir süre sonra polemik paralaksına kapılmaktan geri duramaz. Cumhuriyet tarihi boyunca sanatta kendisine karşı olmuş, bunu estetik ve şiirsel alandan ideolojik sahaya taşırmış örnek pek yok gibidir. Necip Fazıl ne kadar karşı çıkarsa çıksın ne denli şöhret bulup aksiyon adamına dönüşürse dönüşsün, bir büyük sanat tasarımı olarak büyüyememiştir. Aşırı bir yorumla, negatif Cumhuriyetçilerin tuzağına düşmüş, kendi içindeki ötekinin icatçısı olmuştur. Bu gerçeklik Necip Fazıl’ın biyografisin ötesinde bir yerde asılı kalır.

Elbette ve tartışmasız, sadece “Kaldırımlar”, “Otel Odaları”, “İstasyon”, “Şehirlerin Dışında”, “Bekleyen/Beklenen”, “Anneciğim”, “Yunus Emre”, “Bendedir”, “Serseri”, “Tabut”, “Bacalar”, “Geçen Dakikalarım”, “Bu Yağmur” şiirleriyle bile büyük şairdir Necip Fazıl Kısakürek. Ne var ki “sansüalite” tuzağı belki asıl “örümcek ağını” onun önüne skolastik bir petek gibi örmüş, onun modernleşme kuluçkasına yatmasını önlemiştir. 19. yüzyıl nazarıyla bakıldığında bir büyük yıldız fakat 21. yüzyıl ışığına tutulduğunda final koşusuna çıkamamış atlet olma çelişkisi ağır basmaktadır. “Çile”, “Sakarya Türküsü”, “Şarkımız”, “Zindandan Mehmet’e Mektup” cemiyetin heyecanlarına iyi gelebilir. Aksiyonculuğu ile sağaltıcı tarafı da ağır basar. Nihai teraziye çıkıldığında, Necip Fazıl darasında Cumhuriyet’in yitirdiği tam nedir? Poetik ve düşünsel ardıl, gündelik politikanın yakıtı olmaktan çıkamıyorsa zamanda ilerlemenin hükmü nedir?

Kaybettiği âlemi/Arıyor deryalarda. Bu mısraları yazdığında henüz 1931 yılındadır Necip Fazıl. Bulduğunun büyüklüğünün farkındalığı yanında deha ve cins kafa olduğunu ısrarla söyler yazı ve konuşmalarında. Abdülhakim Arvasi2ye nefsini dizginlemek uğruna bağlandığını ve böylece bir âlem değişimi yaşadığını vurgulayan şair, gerçekten bunu başarmış mıdır? Daha da doğrusu onu buna iten sebepler hep içe mi bağlıdır? Eser ve biyografiyi birlikte düşündüğümüzde “yok saymaya karşı daha büyük yok sayma” stratejisi güttüğünü görürüz Necip Fazıl’ın. Cumhuriyet’in kucaklayıp içeri aldıklarıyla dışa çekip kucaklaşmadığı insanları sayıca dengesiz oldukları açıktır. Bu büyük açıklığın akımını yerinde ve zamanında değerlendirecektir N. Fazıl.

Ağaç’tan Büyük Doğu’ya evrilişin kökeni bize şairin uzun erekte tercih edeceği sanat ve yazı yöntemini de imler. Türkçeyi farklı disiplinler içinde tecrübe ederken ona bir gök kubbe de çatar şairler. Ağaç’ın metaforik ve kucaklayıcı sembolizmi ile Büyük Doğu’nun ayrışan çağrışımları sadece onun mizacına indirgenebilir mi? Tek Parti rejiminin insafsız ve kötücül dışlayıcılığı Necip Fazıl kumaşının Türkçe de hakkıyla dokunmasına da engel olmadı mı? 1940’larda Cumhuriyet Halk Partisi Büyük Ödülü’nü, Sabırtaşı piyesiyle kazanırken Cumhuriyet’in derinliğini artırmak istememiş miydi? Bu haklı kazanımı yok sayan jakoben tavır, dolaylı şekilde onu polemik iklimine de çekti. Öfke varoluşsal bir ilahiyata büründü onun şahsında. Görünüşte büyük aydınlık fakat soğukkanlı ve objektif bakışta “aradalık” dokusu, hâlâ düşünme bakirliği taşıyor onun şahsında.