Gökyüzü girmeyen yerler: Bir tüketim hikayesi

​GÖKYÜZÜ GİRMEYEN YERLER: BİR TÜKETİM HİKÂYESİ
​GÖKYÜZÜ GİRMEYEN YERLER: BİR TÜKETİM HİKÂYESİ

İnsan, bir yere yalnızca bedenini değil, zihnini de götürüyor. Attığı her adım, o yerin düşünme biçimine dâhil oluyor. Eski hanlar, çarşılar artık yok. Şimdi her yanımızı birbirine benzeyen, ruhsuz mimarili AVM’ler sarmış. Kimse kimsenin gözünün içine bakmıyor artık.

Tüketmek. Bu eylem insana hiç yabancı değildi aslında. İlk çağlardan beri tüketti insanoğlu; avlandı, yedi, giyindi, kullandı. Ama farklı bir şey vardı o zamanlar: Tükettiği kadar üretirdi, aldığı kadar verirdi, kullandığı kadar hissederdi. Alışveriş özel bir kültürdü ve insana temas ederdi. Pazarda, çarşıda, mahalle esnafında paranın satın alamadığı birçok unsur vardı; güven, samimiyet, hatır… İnsan alışveriş için değil “birbirine karışmak için” çıkardı sokağa.

Çok değil bundan 20-30 yıl öncesine kadar, mahalle ve çarşılar bir yer olmaktan çok bir yaşam biçimiydi. Sabah dükkanını açan esnaf, önce içeriye güneşi alırdı, sonra çayını. Yoldan geçen komşuya seslenirdi: “Buyur da bir çay iç.” Müşterinin adı sadece müşteri değildi, Ahmet abiydi, Ayten ablaydı, Necati amcanın torunu Zeynep’ti. Herkesin herkesi tanımasına da gerek yoktu burada. Kapıdan giren her kişi içtenlikle karşılanır, kapı önlerindeki iskemlelerde oturulur, gündelik sohbetler döndürülürdü. Bu dükkanlara gidenler de koyu bir sohbete dalar, çayını kahvesini yudumlarken gündemden siyasete, aile ilişkilerinden mahallede olup bitene kadar her şeyi konuşurdu. Bugün herkesin sıkça başvurduğu terapi seanslarının bir benzeri mahallede, çarşıda yaşanırdı. İnsan derdine çare mi arardı, sevincini mi paylaşırdı bilinmez; ama çay ocaklarında, bakkal önlerinde yapılan sohbetler, insanın yükünü hafifletirdi. Sevinçler paylaştıkça çoğalır, dertler konuşuldukça küçülürdü. Bugünkü gibi ağır yüklerle dönemezdi insan evine; toplum buna izin vermezdi.

Elbette eskiden de vardı fakirlik, ama dile getirilirdi. Komşular birbirinin halinden haberdar olur, durumu iyi olan gönül rahatlığıyla yardım ederdi ihtiyaç sahiplerine. Veresiye defterleri meşhurdu hatta; öyle ki bir gün bir hayırseverin mahalleye uğramasıyla o defter bir kalemde kapanır, borçlar silinirdi. Şimdilerde ise mağazalarda “İndirim olmuyor mu hiç?” cümlesini çok nadir de olsa masum bir vatandaşımız öylesine sorar hâlâ… Hemen ardından kasiyer kızımızın kulaklarda çınlayan “Barkod sistemiyle çalışıyoruz efendim.” cümlesi de ekleniverir ardından.

Günümüzde tüketim, ihtiyaçtan öte bir kimlik meselesi halini aldı. Giydiğimiz kıyafetler, içtiğimiz kahveler, gittiğimiz mekânlar kim olduğumuzu anlatan birer simge oluverdi. Bu değişim elbette rastlantı değil; çarşı esnafı, mahalle kültürü, komşuluk ilişkileri gibi geleneksel değerler yavaş yavaş silinince biz de başka yönlere savrulduk.

AVM’ler yalnızca ürün satın alınan mekânlar değil artık. Onlar, içinde günlük yaşamın yeniden kurgulandığı büyük birer sahneye dönüştü. Rengarenk koridorları, özenle tasarlanmış vitrinleri, yapay çiçek dekorları, bitmek bilmeyen kampanyalarıyla aklımızı meşgul ediyor. Bu mekânlara adım attığımız anda sanki dış dünya geride kalıyor, her yer ışıl ışılken zamanın ritmi bozuluyor ve bizler farkına varmadan tüketim döngüsünün gönüllü aktörlerine dönüşüyoruz. Yürüyen merdivenlerde bir üst kata çıkarken belki de içimize daha çok gömülüyoruz. Bazen biri sesleniyor arkamızdan, refleksle dönüyoruz. Belki içimizdeki yorgun sessizliğe bir cümle iyi gelir diye umutlanıyoruz: “Hadi bana güzel bir şey söyle.” Ama gelen ses soğuk, ezbere bir replik oluyor: “Kampanyamıza katılmak ister misiniz acaba?” Sonra geri dönüyoruz. Tüketmiş, harcamış, yorulmuşuz… Elektriği alınmış bedenimizi koltuğa bırakıyoruz… Akla bir cümle geliyor: “Ben neden hâlâ eksik hissediyorum?”

1993-Ankara

Sabah ezanıyla gözlerini açtı Rasim Bey. Eşi Emine Hanım mutfakta zeytinleri çıkarıyordu, çayın altı çoktan yanmıştı. Kahvaltıdan sonra, çarşıya inme vaktiydi. Üzerine yeleğini giydi, bastonunu aldı. “Emine, pirinç kalmadı evde, onu alayım. Bir de bakayım, Halil Usta'nın oğlu gelmiş mi Almanya’dan.” Emine hanım seslendi “Tamam terziden pantolonu almayı unutma, selam söyle!”

Sokağa çıkar çıkmaz tuhafiyeci Fadime Hanım: “Rasim Abi, dün Hacı Gültekin’in kızının nişanı varmış, duydun mu?”

“Duydum duydum. Allah tamamına erdirsin. Düğüne gideriz artık.”

Köşe başında, seyyar simitçinin dumanı tütüyordu. “Ver oğlum bir tane simit.”

“Buyur Rasim amca.”

Rasim Bey, simidini alarak çarşıya doğru yürümeye devam etti. Yol üzerinde terzi Selim’e uğradı. Selim, kapının önünde sandalyesine oturmuş, sigarasını tüttürüyordu.

“Selamünaleyküm Selim”

“Aleykümselam Rasim Abi, dün bıraktığın pantolonun paçasını kıvırdım. Denemek ister misin?”

“Ne denemesi oğlum, senin elin mezuradır. Koy torbaya, ben alayım onu.”

“Sağ ol abi, selametle.”

Çarşıya geldiğinde, karşıladığı her dükkândan bir selam sesi yükseldi. Bakkal Hüseyin, taburenin üzerinde hesap makinesiyle oynuyordu.

“Hüseyin, bana bir kilo pirinç, yarım kilo da toz şeker ver. Deftere yaz.”

“Yazdım abim başka bir isteğin var mı?”

“Sağlığın sıhhatin, kahveye uğruyorum şimdi, sonra eve dönerim.”

Köşe başındaki kıraathaneye geçti. Kalabalık masaların birinde Halil Usta vardı: “Gel Rasim, çay söylüyorum sana, bugün oğlum geldi.”

“İki çay, bir zahter, hesabı Halil’e yazın!” (Gülüşmeler...)

Yarım saat sonra Rasim Bey evine dönerken, poşetleri doluydu ama daha önemlisi, sesi gülüyordu. Gördüğü insanlar, ettiği muhabbetler, aldığı haberler… Hayatın içindeydi. O gün alışveriş yaptı ama aynı zamanda yaşamıştı da.

2025-İstanbul

Saat sabah 11.00. Elif, kahvesini termosuna doldurdu, giyinip çıktı. Bugün alışveriş günüydü. “En uygun fiyatlar bu hafta sonuna özel!” mailini görünce dayanamadı. Zaten biraz kafası dağınıktı. AVM’ye gitmek iyi gelecekti. Metroyla iki durak. Kulaklıkları taktı. Müziği açtı. Kimseyle göz göze gelmedi. AVM’nin önüne geldiğinde büyük bir ekran “%70 İNDİRİM” yazıyordu. Gözleri kamaştı. İçeri girerken güvenlik kontrolünden geçti. Gülümsedi, ama karşılık alamadı. İlk durağı kozmetik mağazasıydı. İçeri girince görevli hemen yaklaştı: “Hoş geldiniz, yeni çıkan fondötenlerimize göz atmak ister misiniz?”

“Şey… Aslında sadece bakacaktım.”

“Bugün üç ürün alana bir lip gloss hediye.”

Elif gülümsedi: “Tamam, bir bakayım.”

Üç mağaza, beş deneme kabini… Her birinde aynı otomatik cümleler: “Nasıl yardımcı olabilirim?”, “Ürün kodu alabilir miyim?”, “İade fişi saklayın, 14 gününüz var.” İnsan değil, sistem konuşuyordu. Göz göze gelinmiyor, kimse kimseyi tanımıyordu.

Yorgun düşen Elif, üst kattaki kafeye çıktı. Kalabalık ama sessizdi. Herkes telefonundaydı. Siparişini qr koddan verdi. Kahvesi geldiğinde garsonun gözüne bile bakmadan “Teşekkürler.” dedi. Cevap gelmedi. Yan masada bir kız ağlıyordu, yanında kimse yoktu. Bir başkası story çekiyordu: "Kahvem, ben ve huzur." Ama Elif biliyordu, huzur burada satılmıyordu.

Saat 17.00. Elif, elleri dolu poşetlerle eve döndü. Aynaya baktı. Gülümsedi mi, emin olamadı. Torbaları yere attı. Kendini koltuğa bıraktı. Gözleri tavana dikildi ve içinden sadece şu geçti: “Bir şeyler aldım… ama neden hâlâ bu kadar eksik hissediyorum?”

Şu An-Burası

İşte bu iki yaşam örneğinde mekânın ne denli belirleyici olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Çünkü insan, bir yere yalnızca bedenini değil, zihnini de götürüyor. Attığı her adım, o yerin düşünme biçimine dâhil oluyor. Eski hanlar, çarşılar artık yok. Olsa da, eskisi gibi cıvıldayan, insana dokunan hâlleri yok. Şimdi her yanımızı birbirine benzeyen, ruhsuz mimarili AVM’ler sarmış. Kimse kimsenin gözünün içine bakmıyor artık. Ve belki de asıl mesele tam da bu: yeni tüketim mekanları bizi “şimdi”den çalıyor. İçinde bulunduğumuz ânı yaşamayı unutturuyor. Kalabalıklar içinde yalnızlaştırıyor. Ama kim bilir... Belki bir gün, bir alışveriş esnasında gerçekten bize seslenen biri olur ve dönüp baktığımızda özlediğimiz cümleyi kurar: “İyi misin?”