Donmuş müzik ya da mimari ve edebiyat

Mimariyi elbette insan oluşturur ama insan eliyle oluşturulan mekânlar daha sonra insanı oluşturmaya başlar. Edebî bir ürünün ortaya çıkması için önce mekân oluşumunun tamamlanması, sonra da şehrin oluşması gerekir. Edebiyatın var olması ve varlığını sürdürmesi için şehirli insan gereklidir.
Edebiyat ve mimari pek çok konuda birbiri ile ilintilidir, en ilişkili oldukları nokta ise beğenilme arzusudur. Modern mimarinin ünlü isimlerinden Le Corbusier bir söyleşisinde; “Sen taşla toprakla bir şeyler yaparsın o bir yapıdır ama birden bir şey yüreğime dokunur, ah ne güzel derim. İşte o mimaridir.” der. Edebiyat da böyle değil midir? Yüreğimize dokunan bir şiir, bir hikâye, bir roman aradan yıllar geçse de hafızamızda derin izler bırakır. Mimari de üzerimizde aynı etkiyi yapar; güzel, hoşumuza giden bir yapıyı hemen her zaman hatırlarız. Tıpkı bir roman gibi, detaylarıyla olmasa da genel hatlarıyla onu hatırlar, hatta zaman zaman rüyalarımızı süslemesine izin veririz.
- Mimaride kendine yeteri kadar yer bulamayan edebiyatın, mimarda karşılık bulması gerekir.
Edebiyat, Mimarda Kendine Karşılık Bulur!
Bir mimari yapıda edebiyatın kendine yer bulmasının güçlüğüne karşın mimari, edebiyatta hemen her zaman kendine yer bulmuştur. Her ne kadar geçmiş dönemlerde cami ve benzeri dini yapılarımızı süsleyen hat örnekleri ile sivil yapılarımızı süsleyen şiir ve etkileyici edebiyat ürünleri yapılarımızın içinde yer alsa da günümüzde çoğunlukla görsel etki dışında bir anlam ifade etmezler. Mimaride kendine yeteri kadar yer bulamayan edebiyatın, mimarda karşılık bulması gerekir.
Etkileyici bir edebiyat ürünü bizi sarar sarmalar, anlattığı veya konu ettiği mimari mekânın gizemi bizi içine alır, zaman zaman onu yazarın anlattığı gibi hayal etmeye çalışırız. Ancak herkesin mekân algısı ve tasavvuru farklıdır. Küçük yaşlarda yaşadığımız bazı mekânlar bizde sonsuzluk hissi yaratmıştır. Uzun süre sonra bu yapıları tekrar ziyaret ettiğimizde hiç de o kadar büyük olmadıklarını, küçüklüğümüzde bizi nasıl olup da bu kadar etkilemiş olduklarını düşünürüz. Aynı duyguyu çocukken okuduğumuz ve bizi etkilediğini düşündüğümüz şiir, hikâye, roman gibi kitaplarda da yaşarız.
Edebiyat ve mimari bizim düşünce dünyamızı genişleten iki sanat dalıdır. Her iki konuda da üreten insanların etkili bir kültürel birikime sahip olması gerekir. Çoğunlukla, “Ben yaptım oldu!” veya “Ben yazdım oldu!” gibi gelecekte de beğenilme kaygusu olmayan çalışmaların uzun süreli bir etkisi olmaz, zaman onları tasfiye eder.
Edebiyatın Var Olması İçin Şehirli İnsan Gereklidir
Mimariyi elbette insan oluşturur ama insan eliyle oluşturulan mekânlar daha sonra insanı oluşturmaya başlar. Hacı Bayram Veli’nin yüz yıllar önce “Nutk-i Şerîf”te dile getirdiği, “Nâgehân ol şâra vardım, Ol şârı yapılır gördüm. Ben dahî bile yapıldım, Taş ü toprak ârasinde” sözleri bunun en güzel ifadesidir. Edebî bir ürünün ortaya çıkması için önce mekân oluşumunun tamamlanması, sonra da şehrin oluşması gerekir. Edebiyatın var olması ve varlığını sürdürmesi için şehirli insan gereklidir. İnsan önce barınma, hayatını devam ettirmek için yeme-içme gibi zorunlu eylemlerini karşılayacak çalışmalar tamamlanmalıdır ki edebiyat gibi bir üst düzeye geçiş sağlansın.
Çoğu edebî eser gizemli bir mekân tasviri içerir, bu geniş bir çevre olduğu gibi küçük bir oda veya tek bir hücre de olabilir ama mutlaka bir mekân anlatısına gereksinim duyar. Şiir, hikâye, roman, deneme, mektup, seyahatname gibi eserlerde bahsedilen şehir, mekân ve yapılar, okunduğu zaman bizde farklı duygular uyandırır. Bu şehir, mekân ve yapıları gezdiğimiz zaman çoğunlukla farklı izlenimler ediniriz. Bu farklılık edebî üründe sözü edildiği tarih ile bizim gördüğümüz zaman arasındaki farklılıktan kaynaklandığı gibi, yazarın kültürel birikiminden, anlatım zenginliğinden de oluşur.
- Mimariyi okumak, bir edebî eseri okumaktan daha fazla enerji ve ilgi gerektirir.
Yaşayan Edebiyat, Değişen Şehirler!
1867 yılında güney Sicilya’da Agrigento şehrinde dünyaya gelen İtalyan yazar Luigi Pirandello’nun Sicilya Hikâyeleri gençliğimde okuduğum ve beni etkileyen kitaplardan biridir. İki, üç kez Sicilya’ya gitmeme rağmen bir türlü fırsat bulup Agrigento’ya gidemedim. Nihayet 2017 yılı sonbaharında gittiğim Sicilya gezisi sırasında Agrigento’yu ziyaret etmek nasip oldu. Sokak sokak dolaştım ama bir türlü Pirandello’nun anlattığı büyülü atmosferi yakalayamadım. Sanırım aradan geçen yüz yılı aşkın süre şehri büyük ölçüde değiştirmiş, olmalı ki Pirandello’nun anlattığı Agrigento artık yoktu.
- Bazı düşünürler mimari için “Donmuş müzik” demektedir.
Şehir değişince anlatıyı da yaşamak mümkün olmuyor çünkü beklentilerimizi de birlikte götürüyoruz ve onların karşılığını bulmak nerede ise pek çok şehirde imkânsız! Daha sonra fark ettim ki, İstanbul’da da aynı yok oluşu yaşıyorum. Doğduğum ve gençliğimin büyük kısmında yaşamıma renk katan Kuzguncuk ile günümüz Kuzguncuk’u çok farklı, zorda kalmadıkça oraya gitmek istemiyorum çünkü anılarım kirleniyor ve “Acaba ben farklı bir yerde mi yaşamıştım?” kuşkusuna kapılıyorum.
Steen Eiler Rasmussen, Yaşanan Mimari isimli kitabında Roma’daki Santa Maria Maggiore Bazilikası ile ilgili bir anısını anlatır. Bir tepenin yamacında yer alan kilisenin apsid duvarı geniş bir platformdan başlayan ve yamaç boyunca devam eden basamaklar ile alt kotlara doğru iner. Rasmussen en üstteki platformda top oynayan çocukları seyreder ve apsid duvarını, yapanın hiç düşünmediği şekilde, birbirlerine çalım atan çocukların topu sektirmek için kullandıklarını görür. Kilisenin ana taşıyıcı elemanlarından biri olan bu duvarın farklı bir amaçla kullanılması ilgisini çeker. Dışa bakan bir duvar yeni bir kullanım amacına hizmet etmekte, hayata farklı bir şekilde katılmaktadır.
- Edebiyatta sözü edilen mimari anlatı bizim merak ve öğrenme duygumuzu artırır, artan merak ve öğrenme duygusu ise bizim eğitimimizde çok önemli rol oynar.
Yıllar sonra bir fırsat bulup Rasmussen’in anlattığı açıdan yapıya bakmak istedim. Söz konusu merdiven ve platformlar yüksek parmaklıklarla çevrilmişti, içine girmedim, çevre atıklarla kirlenmiş, güvercin pislikleriyle dolmuştu. Söz konusu duvar hayatın dışına itilmiş, yalnız bırakılmıştı. Artık özlendiği şekilde canlı değil, ancak uzaktan seyredilebilir hale gelmişti. Her ne kadar mimari kullanım değişse de Rasmussen’in canlı anlatısı edebiyatta devam ediyor, etmeye de devam edecek.
Bazı hikâye ve romanlarda yazar birden kendisinin veya kahramanının iç dünyasına girer, bir süre sonra da çevrede oluşan dış dünyadan bahseder. Yazar, kahramanı ile birlikte düşsel bir seyahat yapmaktadır, aynı serüveni mimaride de yaşarız ama çoğunlukla “Hay huy” içinde bunun farkına varmakta zorlanırız. Edebiyat ürünleri yazarı açısından değil, okuyucu açısından biraz da tembellik içerir. Oturduğumuz yerde fazla çaba sarf etmeden kurguya dahil olmak, kimi zaman eğlenmek, kimi zaman da içine katılmak gerekir. Böylesi bir kitabı nerede ise çocukluğumdan beri, canım sıkıldıkça, karamsar günlerimde okuma isteği duyarım. Güneş Çocuğu, Jack London hikâyesinin kahramanı David Grief, Pasifik Adaları arasında dolaşır, deniz, güneş ve bir yelkenli... Birden kendimi David Grief gibi hissederim. Sanki yelkenlinin bir yolcusu olup tüm maceraları beraber yaşar gibi... Can sıkıntım dağılır, karamsarlık benden uzaklaşır ve sakinleşirim. Bu hikâyelerde her ne kadar bazı mimari yapılar tarif edilirse de önemli olan mekân hissinin sanki içinde yaşarmışsınız gibi aktarılmasıdır. Mimari ise biraz daha farklıdır. Onun farkına varmak için, birlikte yaşamamız, içinde dolaşmamız, yapıldığı tarihteki kültürel ortam konusunda bilgi sahibi olmamız, yani daha farklı çaba ve güç sarf etmemiz gerekir. Mimariyi okumak, bir edebî eseri okumaktan daha fazla enerji ve ilgi gerektirir. Herhangi bir edebiyat eseri, şiir, hikâye, roman, deneme, yazan kişi, bir anlamda kültürel birikimine, yetenek ve çalışmasına bağlı olarak sonuca ulaşabilir ama mimaride bu iş çok daha zordur. Mimarın kurguladığı yapıyı hayata geçirmesi, içinde yaşanabilir hale getirmesi için çok sayıda, mesleğinde gerçekten uzman insana ihtiyacı vardır.
Edebiyatçı Virtüöz, Mimar ise Orkestra Şefidir!
Edebiyatçıyı bir keman veya piyano virtüözü olarak düşünmek gerekir. Mimar ise orkestra şefi gibidir, üstelik öyle bir şef ki, hiçbir prova imkânı olmadan, kendi bestelediği senfoniyi, kalabalık bir insan grubu ile birlikte icra edecektir. Üstelik bu insan grubu içindeki bazı kişilerin yetenekleri ve yaptıkları işe hakimiyetleri bile şüphelidir. Yanlış yapılan bir işi çoğunlukla düzeltmek mümkün değildir. Bazı düşünürler mimari için “Donmuş müzik” demektedir. Hangi senfoninin hangi bölümünde donmuş olduğu ise meçhul bir nitelemedir. Eğer müziğin icra süresi içinde herhangi bir anda donmuşsa bu yapının tamamlanmadığını gösterir. Eserin icra edilip henüz alkışlar başlamadan donmuş olduğu kabul edilirse daha doğru olur. Sonuçta başarılı ve geleceğe uzanan bir yapı ortaya çıkmış ise zaten alkışlar yıllar boyu devam edecektir.
Antoni Gaudi’nin 1883 yılında yapımını devraldığı ve 1926 yılındaki vefatına kadar inşaatı devam eden La Sagra da Familia tam da böyle bir yapıdır. Gaudi’nin ölümü üzerine yarım kalan yapı, zaman içinde tamamlanmaya çalışılmaktadır. Bitmeyen bir senfoni gibidir. Bu senfoniyi yazmaya başlayan kişi vefat ede. Bir süre sonra bu eseri tamamlamaya çalışan bazı kişiler ortaya çıkar. Bu işe el atan hemen her kişinin tamamlamak istediği bölüm hakkındaki düşüncesi ve kurgusu farklı olacaktır. Kimi zaman “Gaudi olsaydı şöyle yapardı!” kimi zaman da “Tamamlanan bölümler onun yaptığından farklı olmalıdır ki ayırt edilebilsin!” gibi öneriler gündeme gelecektir. Üstelik aradan yüz yıla yakın bir zaman geçmiş gerek malzeme gerekse teknik açıdan farklı açılımlar oluşmuştur. Acaba bugün Gaudi sağ olsaydı ne yapardı? Hep merak ederim!
Edebiyat ve Mimarinin Buluşması: Beş Şehir
Kanımca edebiyat ve mimarinin iç içe girdiği önemli bir eser de Ahmed Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir isimli kitabıdır. Ankara, İstanbul, Erzurum, Konya ve Bursa’yı anlattığı bu kitabında Tanpınar, on yıl ara ile gittiği Erzurum’a ikinci gidişindeki hayal kırıklığından bahseder. İlk kez 1913 yılında, on iki yaşındayken gittiği Erzurum; çarşısı, pazarı, otuz sekiz medresesi, elli dört camisi ve İran’la yaptığı ticaretle zenginleşen oldukça haraketli bir şehirdir. On yıl sonraki ziyaretinde ise harap bir şehir ile karşılaştığından söz eder. Bu anlatıda, yapılan değerlendirmede acaba çocukluk ile gençlik arasındaki değerlendirme farkı ne kadar rol oynamaktadır? Çocuklukta hemen her şeyi toz pembe gördüğü, anne ve babasının koruması altında gezdiği şehri algılaması ile genç bir insan olarak tek başına dolaştığı şehre dair değerlendirmesi elbette farklı olacaktır. Üstelik aradan geçen on yılda Erzurum çok sayıda çatışma yaşamış, nüfusun bir kısmı çeşitli nedenlerle göç etmek zorunda kalmıştır. Nüfus değişimleri aynı zamanda şehirlerin ve de mimarinin rengini kaybetmesine yol açar. Farklı kültürlerin bir arada olduğu şehirler gelişir ve biz de farklı anılar oluşturur, tek düze rekabetin olmadığı şehirler sıkıcı olup içimizi karartır ve eğer yalnızsak bir an önce oradan kurtulmak isteriz.
Yıllar sonra Alberto Manguel, Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir isimli kitabı için aynı şehirleri dolaşmaya başlar. Çok farklı bir Erzurum ile karşılaşır. Örneğin Tanpınar’ın sözünü ettiği “Eski Erzurum Mezarlığı”nı görmek ister ama ne yazık ki 1960’lı yıllarda buldozerle düzleştirilip yeni bir mezarlık yapıldığı için eski mezarlıktan hemen hiçbir iz kalmamıştır. Bu arada eski mezar taşları da tahrip edilmiştir. Orada bulunan yaşlı bir adam, “Geçmiş, geçmişin mezarıdır!” der.
Edebî Anlatı Mimariye Bakışı Etkiler!
Edebiyat ile mimari zaman zaman ayrılmaz bir bütün teşkil ederler, anlatıyı zenginleştirmek, onu ilginç kılmak için mekân ve mimari olmazsa olmaz bir ögedir. Anlatıyı zenginleştirmesinin yanı sıra yazarın mekân ve mimariyi nasıl değerlendirdiğini anlarız. Bu anlatı bizi sözü edilen mekânları görmeye yönlendirir. Gördüğümüz zaman her ne kadar aynı duyguları paylaşıyor olmasak da anlatının zenginliği bizi etkiler. Özellikle çoğu batılı gezgin bu nedenle gezdikleri mekân ve yapılarda o yapıları anlatan kitapları da beraberlerinde taşıyıp yazarın anlatısını birlikte değerlendirmek arzusundadır. Ne anlatılmış, ben ne anlıyorum, gözümden kaçan bir şeyler var mı? Kültürel seviyem bu anlatıda sözü edilen şeyleri anlayacak düzeyde mi? Bu yapıyı anlamak için daha neler okumam, neyi araştırmam gerekiyor? Edebiyatta sözü edilen mimari anlatı bizim merak ve öğrenme duygumuzu artırır, artan merak ve öğrenme duygusu ise bizim eğitimimizde çok önemli rol oynar. Olayları nakli değil, akli bilgi ile değerlendirmemize yardımcı olur.