Biz dünyayı çok sevdik

​​BİZ DÜNYAYI ÇOK SEVDİK
​​BİZ DÜNYAYI ÇOK SEVDİK

“Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur / İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur.” demişti Attila İlhan. İşte bizim hikâyemiz de tam burada başlıyor. Sevdikçe yorulduk. Sevdikçe korkularımız büyüdü. Ne garip ki en çok bağlandıklarımızdan en çok korktuk. Çünkü insan, sevdiği her şeyin gölgesinde kaybetme ihtimalini de taşıyor. Binbir emekle de olsun zorluk çekmeden de bulsun sahip olduklarını -maddi veya manevi fark etmeksizin- yitirmekten çok korkuyor insanoğlu.

Attila İlhan’ın ifade ettiği beşerî bir sevgi alışverişi midir bilinmese de Yunus’un yüzyıllar öncesinden ortaya koyduğu cümlelerde bambaşka bir muhabbet söz konusudur: “Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım, / Sevelim, sevilelim / Dünya kimseye kalmaz”

Şüphe yok ki Yunus Emre’nin bahsettiği sevgi, bütün bir hayatı kuşatan bağların toplamı olarak duruyor karşımızda. Dostluklarımız, arkadaşlıklarımız, ahbaplıklarımız... Ne varsa “biz”den geriye kalan, işte onları da içine alan bir sevgi… İlahi iradenin insanı var ederken genlerine işlediği bir kod belki de bu sevgi meselesi. Öyle ki muhabbet duyduğumuz varlıklar olmasa her şey eksik kalacakmış gibi geliyor bizlere.

  • Biz sevilmeme korkusuyla her şeyi çok sevdik, sırf bizleri de sevsinler diye.

Bu eksik kalma korkusuyla daha da sarılıyoruz insana, eşyaya, doğaya, şehirlere, seslere ya da kısacası dünyayı çekici kılan her şeye. Korktukça bağlanıyor, bağlandıkça korkuyoruz onları kaybetmekten. Neye meylediyorsak, onu bir anda vazgeçilmez kılıyoruz kendimize. Oysa hakikat bir cümlede gizli değil miydi? “Her can (nefis) ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût 57)

Biz âdemoğlu, bu açık hakikati görmezden geldik hep. Fâni olanın peşine düşüp ebedî olanı unuttuk. İnsanları sevdik, hiç düşünmeksizin kalplerimizi açtık, dostluklar kurduk, sımsıkı bağlar inşa ettik. Ama o bağlar kimi zaman boynumuza ilmek oldu. En büyük acıyı en çok sevdiklerimizden öğrendik. Parayı sevdik, onsuz eksik olduğumuzu hissedip peşine düştük. Gecemizi gündüzümüze katarak biriktirme, harcama hesapları yaptık. Bazen uykusuz bazen aç kaldık ona ulaşmak için. Oysa sadece bir kâğıttı, bazen bir sayı, bazen bir ekran ışığı...

Makamları sevdik. Koltuklara göz diktik. Büyük mücadelelere girişip duruşumuzdan, ahlâkımızdan ya da şahsiyetimizden tavizler verdik. Uğruna en yakınlarımızı susturduk, yok saydık. Yetmedi, hiç olmayacak insanlara çelmeler taktık; sırf biraz daha yüksekte görünmek için. Arabaları sevdik, lüksü, parlamayı, popüler olmayı, beğenilmeyi... Önümüzde eğilenleri, kırmızı halıları, alkışları... Ne dersek yapılsın istedik, çünkü görünür olmak artık bir ihtiyaçtı bizim için. Öyle bir ihtiyaçtı ki hastalık derecesinde bağımlılık yaptı hepimize.

Dünya tutkumuz bizi bir hastalıkla daha tanıştırdı: Narsisim, yani kendini çok sevme, kendine hayran olma. Bizi beğenmeyenleri yok sayacak, görmezden gelecek kadar âşık olduk kendimize. Hele görünürlüğün lanetine kapıldığımız sosyal medya, hayatımızı iyice kuşatınca daha da çok sevdik ilgi odağı olmayı. Öyle ki bizi alkışlamayanları, paylaşımlarımızı beğenmeyenleri, altlarına yorum yazmayanları hayatımızdan sildik. Gerçekten dokunulabilen dostlukların yerini, ekran ışığına yansıyan sahte gülüşler aldı. Aslında her şeyin özeti şuydu: “Biz sevilmeme korkusuyla her şeyi çok sevdik, sırf bizleri de sevsinler diye.”

Fakat hakikat bunu tersten yazıyordu. Var oluş, bir nasip meselesiydi. Kimlik kazanmaksa bir hak ediş... Ama biz, hep daha fazlasını bekledik. Belki bu, insan olmanın en derin zaafıydı. O zaafı kucaklamayı da galiba en çok biz istedik.

Zaman geçti. Sevmek azaldı. Sevilmek de... Geriye kırık aynalarda yansıyan uzak yüzler kaldı. Kaf Dağı’na çıkardığımız benliğimizle öyle meşgul olduk ki yakınımızdaki sevgileri görmeyi unuttuk. Bugün kendi çocuklarımıza, eşlerimize duyduğumuz sevgi bile yorgun bir hatıraya dönüşmek üzere. Bize düşen bir şey varsa o da sevgide, muhabbette hakikatin sesine kulak verip yeniden “sevmenin dengesi”ni kurabilmekten başkası değildir.