Alegorinin yükü: “Üçüncü dünya” romanına Batılı olmayan bir bakış denemesi

Alegorinin yükü: “Üçüncü dünya” romanına Batılı olmayan bir bakış denemesi.
Alegorinin yükü: “Üçüncü dünya” romanına Batılı olmayan bir bakış denemesi.

Kültürel üretimin Batı ile Batı dışı ülkelerde farklı görünümler arz ettiğine dair çıkarımların bir yanlarıyla maluliyet taşımaları kaçınılmaz. Batı’nın ampirik bakışı ile Batı dışının devşirme modernleşme sürecini esir alan sakar Batılılaşma fikri, açıklamaların ve tespitlerin belirli bir perspektiften çıkmasına neden olabilir.

Sorunsal hakkında dişe dokunur bir sonuca varmak zor ancak yine de kapitalist “birinci dünya” ile emperyalizme fiilen ya da fikren maruz kalmış “üçüncü dünya” ülkelerinin edebiyatı hakkında Fredric Jameson’un çıkarımlarının menşeini irdelemek istiyorum. Jameson, bütün üçüncü dünya metinlerinin zorunlu olarak ve çok özgül bir tarzda alegorik olduğunu belirtir. Jameson, bu metinlerin biçimi Batılı temsil araçlarına dayansa da hatta bilhassa böyle durumlarda ulusal alegoriler olarak okunması gerektiğini ve bireysel yazgının öyküsünün her zaman için kamusal üçüncü dünya kültürünün ve toplumun çatışma halindeki durumunun bir yansıması olduğunu iddia ediyor. Jameson’ın birinci dünya olarak nitelendirdiği Batı, bu anlamda tekemmül etmiştir.

Jameson’ın bu nobran çıkarımı aslında Batılı okurun üçüncü dünya edebiyatına bakışını göstermesi için dikkat çeken bir önerme olarak görülebilir. Afrika romanının doğuşu üzerine çalışan Charles Larson, Nijeryalı yazar Chinua Achebe’nin bir romanı için yazdığı yazıda Amerikalı okura kitabın kapağını açmadan önce kendilerine iki temel soruyu sormalarını tavsiye ediyor: “Bu kitabı yeni bir roman olduğu için mi okuyacağım yoksa önde gelen bir Nijeryalı edebiyatçının Nijerya hakkında yazdığı bir kitap olduğu için mi? Bunu bir roman olarak mı değerlendireceğim yoksa eski geleneklerin yeni siyasi koşullarla giriştiği çatışmayı kaydeden etnik bir rapor olarak mı?” Larson böylece Achebe’nin şahsında üçüncü dünya edebiyatının Batılı okurca gerçek bir edebiyat mı yoksa değişik bir edebiyat olarak mı algılandığını göstermeye çalışır. Konu hakkında Maria Takolander’ın cevabı ise nettir. Ona göre Batılı okur, üçüncü dünya eserlerine antropolojik açıdan bakar ve bu eserler sayesinde tanımadıkları insanlar ve kültürler hakkında bilgi alırlar. Hatta Batılı okurun üçüncü dünyadan çıkan büyülü gerçekçi metinleri bir turist rehberi gibi okumalarından yakınır.

Jameson’un ayrımı etraflıca düşünüldüğünde Ashis Nandy’nin Hindistan ile onu sömürenlerin ilişkisini çocukluk metaforu üzerinden ele almasına benzer bir arka plana dayandığı fark edilebilir. Locke’un çocukların akılları kemâle erip yetişkin olana dek geçen süreçte vesayet döneminden geçmeleri gerektiği yönündeki argümanı kolonyal ilişkilere tahvil edilip sömürülenin medeni ilerlemesi bu veçheden ele alınır. Sonucunda çocuk olarak görülen kolonyal toplum siyasi, ekonomik ve kültürel bazda emperyal olanın temsiline ve onayına ihtiyaç duyar. Batı’nın Doğu’yu “medenileştirme” adı altındaki asil hamlesiyle emperyalizmi meşrulaştırma çabası, 19. yüzyılda beyaz adamın yükü olarak kavramlaşırken Nandy bu ilişkiyi çocuk ile veli-vasi dairesinde ele alıyor. İşte Jameson’un üçüncü dünya edebiyatına bakışında da Nandy’nin çıkarımını hatırlatan bir bakış seziyorum. Jameson’ın Batı’daki gibi kamusal ve özel olanın kesin çizgiyle ayrıldığı bir edebi duyarlılığa sahip olmayan, aslında tekemmül etmemiş üçüncü dünya edebiyatı metinlerine yaklaşımı küçük bir çocuğun basit ve anlamsız karalamalarının yetişkinlerce takdir edilmesindeki üstenci tavrı hatırlatıyor. Böylece üçüncü dünya edebiyatının kendini kurgulayabilmesi birinci dünyanın müspet bakışına bağımlı kılınıyor.

Jameson’ın üçüncü dünya ülkelerinin edebiyatına dair çocukluk metaforuyla özdeşleştiğini düşündüğüm çıkarımına Batı dışı bir toplum mensubu olarak evvel emirde itiraz ediyorum elbette. Öte yandan Maria Takolander’ın tespitini ve kendi okuma alışkanlıklarımı düşündüğümde beni Batı dışı metinleri okumaya yönelten sebeplerin arkasında da Jameson’ı nerdeyse haklı çıkaracak bazı durumlara rast geldiğimi itiraf etmeliyim. Onun üçüncü dünya metinlerinin ulusal ve kültürel alegoriler olarak ele alınması iddiasındaki gibi derinlemesine bakış gerektiren bir durumdan ziyade metinlerdeki kültürel ögelerin cazibesinden bahsediyorum. Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı’da bazen bir romanı sadece atmosferi için okuduğunu söylüyor. Romanın başarılı bir atmosfer içerisinde sunumu bana da hikâyenin gücünden bağımsız ve öncelikli bir başarı kıstası gibi geliyor. Bilhassa kültürel alegorik ögelerle kurulan güçlü atmosferde bu durum kendini açık ediyor. Roman, öteki edebi türlere nazaran okuru kolundan tutup daha sert biçimde kendi içine çekebiliyor çünkü.

And Dağları’nda geçen yahut step yaşamını konu edinen romanları okumayı seviyorum. Sadece Angolalı bir yazarın kaleminden çıktığı ya da Uzak Doğu’da geçtiği için bir romanı okuma arzuma neden her seferinde yenildiğimi sorguladığımda Jameson’ın bakışını hatırlatan bir öncelemeye giriştiğimi anlayabiliyorum. Bu açıdan bakınca da Orhan Pamuk’un her çıkan kitabının Batı’daki baskılarında daima “Benim Adım Kırmızı’nın yazarından” ibaresinin yer alması çok da anlamsız gelmiyor. O halde Batılı bir okur olmasam da Larson’un sorularını cevaplayarak bitirebilirim. Evet bugün bir üçüncü dünya yazarı yeni bir kitap çıkardığında egzotik kültürel vaadine kapılıp okuyabilirim. Onu etnik bir siyasi rapor olarak görme meselesine gelince de en bilindik edebiyatçı kaçamağını devreye sokayım: Metni bir görmem lazım.